ABD’de yaşananlara Türkiye’den tepkiler karışık. Resmi görüş, George Floyd’un öldürülüşünün kabul edilemez bir polis şiddeti vakası olduğu. Aynı resmi görüş, protestoların seyri üzerine yorumlarda Donald Trump’la yakınlaşma eğilimi gösteriyor. Trump, protestoların Antifa örgütü tarafından amacından saptırıldığını savunurken Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun da Antifa’nın Suriye’deki terörist gruplarla ilişkisi olduğu görüşünde. Kendinden menkul cumhurbaşkanı sözcüsü Mehmet Barlas ise bu terörist bağlantının adını PKK olarak koyuyor. Ayrıca FETÖ mensuplarının da ABD’deki isyancıları kışkırttığı tezini öne sürüyor.
Resmi görüş böyle fantezilerle dolu iken bu olaylarda ABD’de yerleşik ırkçılığın güçlü bir eleştirisini görmemek olanaksız. Toplumun geneline hakim olduğu gözlenen bu bakışta, ABD sistemi eleştirilir ve protestoların haklılığı vurgulanırken, meselenin “oraya” özgü olduğu ve ‘bizde’ böyle şeyler olmadığı kanısı egemen. Türkiye’den farklı olarak Avrupa genelinde, özellikle de Kuzey Avrupa ülkeleri ve İngiltere’de başka bir kıtada geçen bir olayı seyredip yorumlamak yerine bu olayın kendi toplumsal yapılarına bir ayna tutması yönünde bir bakış beliriyor. ABD’deki ırkçılıkta kendi tarihlerinin payı, özellikle Afrika’daki kendi emperyal geçmişleri ve köle ticareti gerçeği ile hesaplaşma, giderek kendi toplumları içindeki ırkçı ve ayrımcı pratikleri sorgulama yönünde bir hareket gelişiyor. Bristol’de (İngiltere) bugüne kadar bir milli kahraman muamelesi gören köle tüccarı Edward Colston’un heykeli protestocular tarafından sökülüp nehre atılırken, Antwerp’de (Belçika) emperyal dönemin kralı Leopold II’nin heykeli protestolar sonucu kaldırılıyor.
ABD’de protestolar sürerken ve Avrupa toplumları da bu olayın kendilerine dönük yanını sorgulamaktayken Türkiye toplumunun ‘bizde ırkçılık olmaz’ zihniyeti, resmi beyanatların ise protestoları teröristlerin kışkırtması olarak çerçevelemesi şaşırtıcı değil. Her toplumun tarihi de bugünü de küresel atmosfer içinde var olmakla birlikte kendine özgü niteliklere sahiptir. Osmanlı’nın emperyal pratiği köleciliği içermekle birlikte 18 ve 19. yüzyıllarda köle trafiğinin bir endüstri niteliği kazandığı döneme kudreti yetmemiştir. Cumhuriyet’le birlikte ülkede kölelik yasaklanmış ama ulus-devlet inşası süreci, kölecilikten ve dolayısıyla klasik ırkçılıktan farklı ayrımcılık pratiklerini, kurumlarını ve ideolojisini yanında getirmiştir. Kemalizm, ilk gününden itibaren giriştiği homojen bir Türk milleti “yaratma” çabası içinde asıl olarak inkâr silahına sarılmış ve Müslüman ahaliye Türkleşme çağrısında bulunmuştur.
Ülke nüfusunun önemli bileşenleri olan Balkan ve Kafkas göçmenleri, Karadeniz, Ege ve Orta Anadolu ahalisi çoğunlukla devletin çağrısına itaat eder; etnik ve lingüistik köklerini yok sayarak Türkleşir. Anatolia’dan çok Mezopotamya coğrafyasına dönük Doğu ve Güneydoğu’nun kadim halkları ise bu çağrıya uyum göstermekte zorlanırlar. Milli projedeki bu “arıza” resmi makamları çılgına çevirecektir. Mahmut Esat Bozkurt’un meşhur nutku, bu bağlam üzerine kurulmuştur: “Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır.” Sonuçta, Kürt illeri, yüzüncü yılına yaklaşan cumhuriyet tarihinin tamamını özel yetkili müfettiş rejimi, sıkıyönetim komutanlığı, olağanüstü hal bölge valiliği ve en son icat olarak da vali-kayyum rejiminin idaresi altında yaşamıştır; yaşamaktadır. Öz Türk olmamakla birlikte hizmetçi ve köle olmayı da kabul etmemenin bedeli işte.
Kürt kimliği ile resmi savaşın toplum zihniyetindeki karşılığı ise eğitim mekanizmasından medya söylemine kadar yaygın ve örgün bir endüstrinin işleyişi üzerinden sürekli bir yenidenüretim süreci içindedir. İki yıl önce, eğitim sistemine içkin ırkçılığa değinen yazar Aslı Erdoğan’ın medyada karşılaştığı linç kampanyası öğreticidir.
Özetle, George Floyd, polis tarafından İstanbul’da ya da Diyarbakır’da sokak ortasında öldürülen bir Kürt genci olsaydı ne olurdu? Bu sorunun yanıtı, “bizde ırkçılık olmaz” safsatasının da yanıtı olacaktır.