Nevin Ferhat-Kemal Baş
Karantina süreci de dahil olmak üzere yaşadığımız bu dönemi Boétie’nin “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” adlı eseri ile birlikte yeniden düşünmek gerekiyor. Bu kitap, özgür doğan bir varlığın nasıl kula dönüştüğünü sorgulamasının yanı sıra egemenin de nasıl egemene, yani “Bir”e evrildiğini anlatır. Daha yerinde bir ifadeyle tiran ile kulları arasındaki irrasyonelin ve saçmanın nasıl tesis edildiğini açık bir şekilde gösterir:
“Yalnızca sizden fazla bir şeyi var: O da sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük. Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse, bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa üzerinizde nasıl iktidarı olabilir? …”[1]
Yukarıda da belirtildiği gibi, toplumdaki her kişi özgür iradesini egemene teslim ederek kullaşırken, egemen de bir o kadar güç kazanıyordu. Sahi rasyonel ve özgür bir varlık neden kulluğu tercih eder? Boétie, böylesi bir kullaşmanın nedeni olarak kişinin özgürlüğü unutmasını, iktidarın zor kullanma ve aldatma gücünü işaret etmiştir. O halde egemenin mutlak bir güce dönüşmesinin ve buna bağlı olarak insanın kullaşmasının esas sebebi, özgürlüğün ve özgürlük bilincinin tahrip edilmesidir. Başka bir deyişle, irrasyonelliğin ve saçmanın üretilmesiyle birlikte insan, özgürlüğünden kopartılıp bağımlı bir varlığa dönüştürülüyordu. Bununla birlikte, Boétie, insanın özgürlüğünü yeniden kazanabileceğine ve tiranı yıkabileceğine inanmaktaydı: “Kulluk etmemeye karar verdiğiniz an özgürsünüz demektir. Onu itmenizi ya da dengesini bozmanızı istemiyorum. Fakat yalnızca onu desteklemeyin; işte o zaman onun altından kaidesi çekilmiş bir Colosse gibi tüm ağırlığıyla düşüp parçalandığını göreceksiniz.”[2]
Politik saçmanın tarihsel devamlılığından olsa gerek insanın kalbine pek çok şey dokunuyor. İnsan, kaderini hem içinde bulunduğu koşullara rağmen hem bu koşullar sayesinde yazma uğraşında olan bir canlı. İnsana anlamını veren belki de bu “koşulları” aşma çılgınlığıdır. Bu aşma edimi, otantik bir sıçramayı, kopuşu imlemeksizin isyan ve direniş olarak biçimlenecek özgürleşme sürecini hazırlayacaktır.
Öte yandan kavramlarımızı zihnimizde taşımak yorucu bir yaşama uğraşı olsa da, varoluşumuzdan gelen özgürlüğümüzün kültürel ve siyasal olarak dünyayı kuşatması için bu bir tür gereksinimdir. Böylece, aynı zamanda bağımlı ilişkilerce çoğalan kötülüğe de sınır çizilir.
Bedenleşmiş her şey ölüme ve çürümeye mahkum olmakla birlikte hakikatin gerçekliği ve bu gerçekliğin bilgisi sonsuz ve değişmezdir. Hakikat, öncelikle ekmek ve su gibi bir gereksinim olması bakımından vardır. Bu, kaba bir pragmatizmin biçimlendirdiği, yön verdiği bir şey olmayıp, gündelik ve gelip geçici olandan süzülüp aşkınlaşmasıyla mevcuttur. Bir bütün olarak bedenimiz hakikate dahil olur. Beden ile birlikte bedenin acıları ve sevinciyle hakikatin gerçekliği tesis edilir.
1.Arendt, “Geçmişle Gelecek Arasında” adlı çalışmasında hakikati değiştiremeyeceğimiz şey olarak tarif eder.Metaforik olarak hakikat ise ayağımızı bastığımız toprak,üstümüzde uzanan gökyüzüdür der. Bununla beraber, belirtmemiz gerekir ki, Arendt’in bu vurgusunda saklı bir Marx eleştirisi vardır. Çünkü Arendt için değiştirilmeyen-değiştirilmesi imkansız ancak ve ancak yorumlanabilir olan şeyin diğer bir adı da dünyadır. Hakikati, yalnızca değiştirilemeyen olarak kavradığımız zaman, topyekün bir gücün sürekliliğine de hakikat dememiz gerekir. Arendt bu olası durumu yadsımamakla birlikte çıkarımına böyle bir ihtimalin zayıflığı doğrultusunda varır. Oysa hakikat bir zemin olmaktan ziyade, bu ihtimalleri kuşatan, biçimlendiren ve inancı doğuran şeyin kendisidir.
İnsanı, toplumunun başına gelenler incitir, kırar. Her şey göz önünde çıplak bir şiddetle gerçekleşmektedir. Buna karşın, görünüş ile gerçekliğin birbiriyle örtüşmediği bir türlü fark edil(e)miyor. Toplumun iç yasaları ve iç devinimi büyük bir tehdit altında. Bu, bir tür savaş olarak görünüşe çıkararak toplumun öz yaşamını ve kendine duyduğu öz saygıyı hedef alır. Bu savaş, gün gibi görünen, her şeyin apaçık olduğu bir dünyada bireyi ve toplumu haysiyetsiz kılarak yabancılaştırmaya hizmet eder. Bunun iki anlamı vardır: Sürgün ve ölüm.
[1]Etienne de La Boétie, “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev”, 3. Baskı, çev. Mehmet Ali Ağaoğulları. İmge Kitabevi Yayınları, 2011, s. 25.
[2]A.g.e. s. 26.