“Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder.” (George Orwell)
***
Yaşanan son süreçte, nefrete dair söylem tavan yapmış durumda. Bu durum ülkede eşit, özgür ve adaletli bir düzenin oluşturulmasının önündeki en büyük engel konumunda.
Tavandaki baskı tabanı da kendine göre şekillendirmeye çalışıyor. Türlü algı yöntemleriyle bunu da başarıyor.
Bu ülkede oldum olası birileri kendini bu ülkenin tek sahibi, kendinden olmayanı dışlayan ötekileştiren, horlayan ırkçı bir tavır içinde oldu hep. Siyasetin ötekileştirip kutuplaştıran söylemine medyanın tarafgir ve kışkırtıcı dilini de eklediğimizde toplumun bir kesiminde düşmanca yaklaşımlar, nefreti makamında yaklaşımlar bulaşıcı bir hastalık gibi her geçen gün yaygınlaşıyor. Bu anlamıyla ırkçılık ve nefret kültürü olağan bir hale dönüştü. Buna paralel olarak toplumun bir kesiminde kırılmalar, ruhsal kopuşlar yaşanıyor. Irkçılığın ideolojik bir düşünce olmadığı, psikolojik bir hastalık olduğu söylense de bunun ideolojik düşünceye de bulaştığını belirtmek gerek.
Irkçılık karşıtı mücadelenin önemli isimlerinden Malcolm X’in sözüdür: “Dikkatli olmazsanız, medya, mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise çok sevmenizi sağlar.” Böylece toplumun kimi kesimleri de buna alkış tutuyor. Bundan güç alınarak düşünce farklılıkları, hak aramalar düşmanlıklara dönüştürülüyor. En masum istekler bile ‘suç’ sayılıyor. Toplumsal ve siyasal erki elinde tutmaya çalışanlar kendilerine aykırı düşen görüşlere baskı uygulayarak, korkutarak sindirmeye çalışıyor.
***
İktidar ve borazanı haline getirdiği medyayla birlikte, kimi etnik yapılara, azınlık ve muhaliflere karşı hep bir hamaset ve nefret söylemi kullanageldi.
Hemen her dönemde ırk, cinsiyet ve benzer içerikte nefret söylemlerin kaynağı böyle bir kültür ortamında yetiştiriliyor olmamız ve bunun sıradan bir davranış olarak algılanması. Aile ve eğitimin de bu hastalığa karşı kayıtsızlığı bir yana çoğu kez bu zehrin zerk edeni konumunda olması. Son süreçte gerek siyasette ve medyada bir hayli arttırıldı bu zehrin dozajı.
Hukukçulara göre nefret söylemi kavramı henüz iç hukukumuzda ayrıntılı bir şekilde tanınmış ve düzenlenmiş bir kavram olmamasına rağmen uluslararası alanda insan hakları koruma mekanizmaları tarafından sıklıkla dile getirilmekte ve ülkeler bu anlamda da eleştiriye tabi tutulabilmektedir.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi’ne göre ayrımcılık şöyle tanımlanmış: “Ayırma, dışlama, kısıtlama veya ırk, renk, cinsiyet, dil, din, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğum, siyasi ve diğer görüşlere dayalı olarak gerçekleştirilen, bütün hak ve özgürlüklerin herkes tarafından tanınmasını ve kullanılmasını engelleyecek, sınırlandıracak ayrım.”
Bu tanımdaki kıstaslara baktığımızda gerçeklerden kaçmadan, beylik bahanelerin arkasına saklanmadan her birimizin kendince nasıl bir algı içinde olduğumuzu ve ne kadar ayrımcılık yapıp yapmadığımızı anlaması zor olmasa gerek.
***
Sosyal algı kendimizin ve diğer insanların davranışlarını nasıl algıladığımıza dair bir bilişsel süreçtir. Bu süreci göz ardı edersek kendimizi kandırmaktan öteye varamayız. Yani gerçeklerden kaçarak gerçekleri yok edemeyiz.
Sorgulamak gerekiyor. Sorgulamak, düşünme yeteneği olan beyinlere has bir özelliktir. Eski veri tabanlarıyla yenilenmek mümkün değildir. Bazen eskileri atmak, beynimize format atmak, akıl ve mantıkta bir dönüşüm, bir an bu algılarla da bilgi sahibi olmadan fikir sahibi sıçrama yapmak gerekir. Yoksa zihinsel gevişin ötesine geçemeyiz,
Yazıyı bir alıntıyla başlattık, bir başka alıntıyla da bitirelim. Bu kez Arthur Schopenhauer söylesin: “Tabiatımızın o sınır tanımaz bencilliğinin üzerine her insanın yüreğinde az veya çok tıpkı bir yılanın dişi üzerinde toplanmış zehir gibi nefret, öfke, kıskançlık, kin ve kötülük toplanmıştır. Aslolan insanın bu zehirden arınmasıdır.”