Irkçılığın modern tarihine baktığımızda karşımıza ilk çıkan hiç şüphesiz Holokost’la sonuçlanan antisemitizm mefhumudur. Bunu, “beyaz adamın” Amerika’sında siyahlara karşı ayrımcılık, akabinde sömürgeci fetihler ile ulus devlet eksenli ırkçılık politikaları ve ekonomiye bağlı olarak gerçekleşen kurumsallaşmış ırkçılık izlemiştir.
Bu nedenle günümüz dünyasında ırkçılığın salt antisemitizmle özdeşleştirilmesi gayretinin ırk teorisyenlerinin ideolojik mazereti olduğu, hem Amerika’daki son olaylarda hem de dünyada yükselmekte olan ırkçılık dalgasında görülmektedir.
Tarihin bütününe kıyasla ırkçılık oldukça yeni bir ideolojik aygıt olarak tanımlanmaktadır. On sekizinci yüzyılın sonlarında özellikle siyasal alanda ortaya çıkan ve kapitalist ideolojinin yanı sıra modernizmle derin bağları olan siyasal bir ideoloji aparatıdır.
Modern çağın düşünsel devinimleri yer yer tarihsel olarak derin etkiler bırakmış olsalar da, sistem kurgusu konusunda bu bağlamda şüphelerle dolu içeriklere sahiptir. İster felsefi olarak düşünülsün, isterse sosyolojik olarak bakılsın, ırkçılık ideolojisinin dünya tasavvurunun teorik bağlam noktaları aynıdır. Dolayısıyla eleştirel-estetik bağlamda bu devinim motiflerinin dönüşüm ve değişim süreçlerini süregelen olgularıyla kavramak ayrıca önemlidir. Böylece detayın en küçük halinin ve gerçeğin, zaman zaman içeriğin en büyük kısmını oluşturacak kadar bir anlam muhteva ettiğini bizzat görebiliriz. Goethe’nin en bildik deyimiyle “narin deney”inin tamamının oluşumunda ne denli büyük bir rol oynadığı kavramalıyız. Dolayısıyla modern çağın kendini yaratan en öncül düsturu ve en çok bilinen teorik söylemi, belirsizlikten, müphemlikten kaçma istencidir. Belki de noksan olanı tamamlayan “narin deney” budur, çünkü ırkçının algı dünyasında ötekinin varlığı müphem, tekinsiz ve hatta tehditkârdır. Dolayısıyla ırkçılığı oluşturan temel ilke “ötekinin” varlığı ve tarifinin net bir kavrama oturtulmasıdır. Sözlük anlamına bakıldığında ise, insanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka bir ırka üstün olduğunu öne süren saiktir. Örneğin İngiliz bir ırkçının İrlandalılarla, Alman birinin Yahudilerle, beyaz birinin Siyahlarla ve Türk bir ırkçının Kürtler veya Ermenilerle kurduğu ilişki gibi. Kategorik sınıflandırılması bu denli belirgin olan ırkçılığın geçmişten günümüze kadar sürdüğünü biliyoruz. Irkçılığın bugünkü biçimi, post- kolonyal çağla beraber ortaya çıkan ulus devletlerin, sömürge ve sömürgeci ülkeler arasındaki nüfus hareketlerinin tersine dönmesiyle oluşan yeni sosyal ve siyasal hayatın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla ırkçılığın bu yeni yüzü hem çirkinliğini saklayacak kadar rafinedir hem de biyolojik görünüm üzerinden ayrımcılığı tarif etmekten kaçınmaktadır. Buna göre önemli olan biyolojik faktörler değil, kültür ve yaşam tarzı gibi farklılıklardır. Başka bir deyişle “yeni ırkçılık”, ırk faktörü yerine köken ve kültür faktörünü koyan bir yaklaşım biçimidir. Böylece hedefe koyduğu kitlenin hem nicel hem de nitel olarak hacmi ve tanımı değişmiştir. Kendi sonunu getirecek olan da aslında tam da Goethe’nin deyimiyle o “narin deney” olacaktır.
Herkesin hissettiği ama çok az bir azınlığın üzerine düşünüp konuşmaya cesaret ettiği bir dünya resminin karmaşık halleri duruyor önümüzde. Yoruma açık bir şekilde karşımızda duran bu tablo salt biyopolitik (Foucault) bağlamda derinleşen bir düşmanlaşma politikasının istisna halinin tarifi değil; şiddet kutsiyetinin yayılma hali ve egemen sınıfın gücüne dayanan küresel bir “ahlak yasasına” dönüşme ihtimalidir. Her geçen gün son hızla tüm dünyaya yayılan nekropolitiğin saldırılarına karşı ulusaşırı direnişe dayanan küresel bir etik merkezi inşa etmeden bu hızın kesilmesi mümkün görünmüyor. Merkezinde eşitliğin, evrensel barışın, çağdaşlaşmanın, küreselleşmiş bir dünyanın yeniden tariflendiği, servet dağılımındaki radikal eşitsizliklerin, depolitize sosyal, kurumsal ve ideolojik söylemlerin yeniden üretildiği bir alana ihtiyaç var. Nitekim neoliberal politikaların çehresi olarak ortaya çıkan mevcut küresel sistem çıkmazının yerine ikame edilecek çağdaş bir evren fikriyatı, radikal bir demokrasi ve ekonomi politik projeyle hem toplumsal değerlerin korunması hem de kısılan sesin ve kesilen soluğun canlanması mümkün olabilir. Merkezinde doğa talanından emek sömürüsüne, uzay boşluğundan ölümlere kadar her şeyden artı değer yapmaya evrilen küresel kapitalizmin yeniden yönlendirilmesi var. Söz konusu bu yeniden üretim veya yeniden yönlendirme mevhumu aslında eski sistematiğin biçim değiştirmiş halidir. Buradaki tek değişiklik, biyopolitiğin (yaşam anlamına gelen biyo) yerine nekropolitiği (ölüm anlamına gelen nekro) alması ve bunu yeniden yönlendirme olarak sunuluyor olmasıdır. Bu nedenle sistemin kurgulanma şeklileri, yönetim biçimleri ve değişim süreçlerine, biyopolitiklerin tarihselleştirilmesi ve Foucault’dan Mbembe ve ötesine geçecek biçimde teorik yörüngelere yol açan nekropolitiklerin dönüşme mekanizmasıyla bakmak durumdayız. Balibar’ın yerinde bir uyarıyla altını çizdiği gibi “ırkçılığın kurbanı olan nesne başkaldırırken ırkçılık yapan özneyi de kapsamalıdır”. Aksi takdirde olası bütün yorum ve analizler, geçici aşırılıklarla durağan süreçler arasındaki ikircilik algısıyla çağdaş düşünme biçimlerinin politik ve sosyal söylemler üzerinden yapılandırıldığı apolitik veya politik sonrası mantık gayreti olarak tarihe geçecektir.