Salgın nedeniyle evlere kapanmak zorunda kalan dünya halkları tekrar sokaklara döndü, meydanları doldurdu. Hastalık riskine rağmen harekete geçti insanlar. Çünkü acil bir durum oluşmuştu. Önce ABD’de başladı protestolar. George Floyd adlı bir siyah ABD yurttaşının polis tarafından işkenceyle öldürülmesi üzerine siyah Amerikalılar ve onlarla birlikte toplumun her kesiminden ırkçılık karşıtları ayaklandı. Ülkenin her şehrinde süren gösteriler, birkaç gün sonra dünyanın diğer birçok kentindeki ABD’deki ırkçılıkkarşıtlarıyla dayanışma mitinglerine de yol açtı.
Toplumsal mücadeleler sonucunda bugün dünyada bir insanlık suçu olarak kabul edilen ırkçılık maalesef belli ülkelerde ve belli gruplar içinde hâlâ devam ediyor. Kanunen yasaklanmış olsa da, sadece sokakta değil devlet kurumlarında, siyasi partilerde de ırkçı ideoloji sıklıkla kullanılan bir iktidar aracı hâlâ birçok ülkede. Türkiye’de resmi ideoloji ve nüfusun geniş bir kesimi bu ülkede ırkçılık diye bir şeyin olmadığını iddia eder. Ancak yakın tarihe bakmak, Türkiye’de ırkçılığın nasıl köklü olduğunu, nasıl giderek yayıldığını ve iktidarlar tarafından nasıl çok kullanıldığını görmeye yeter.
Son yıllarda AKP-MHP koalisyonu bir anomi halinde yönetiyor ülkeyi. Anomi kavramı, kısaca sosyal düzenin işlememesi, bozulması durumunda ortaya çıkan bir normsuzluk ve kuralsızlık durumunu ifade etmek için kullanılır. Bir ülkede kuralsızlık ve normsuzluk olunca da, ırkçılık serbest kalıyor haliyle. Bugün Türkiye’de yargı siyaset tarafından kuşatılmış durumda. Bu yüzden kurallara, yasalara en fazla bağlı kalması gereken yargı kurumları tam bir kuralsızlık içine düşmüştür. Irkçılıkla mücadele etmesi gereken yargı, özellikle Kürt siyasetçilerin davalarında adeta ırkı kıstas olarak alır olmuştur. Ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ne Anayasa Mahkemesi yerel mahkemelerin ırk bazında verdiği kararları değiştirebiliyor. Çünkü iktidar Kürtler’e karşı düşman hukuku uygulanması yönünde bir tavır almaktadır.
Geçen hafta TBMM’de üç siyasetçinin milletvekillikleri düşürüldü. İkisi HDP’den biri CHP’den. Üçü de tutuklanıp cezaevine kondu. Ancak ertesi gün CHP’li Enis Berberoğlu corona tehlikesi nedeniyle cezaevinden çıkarılıp ev hapsine gönderilirken, HDP’li Leyla Güven ve Musa Farisoğulları için geçerli görülmedi bu hastalık riski. Yargının Kürtler’e düşman hukuku uyguladığını net olarak gösteren bir olay daha tarihe geçmiş oldu böylelikle.
Salgın başladığından beri demokrat kamuoyu, cezaevlerindeki siyasi tutsakların hayatlarının tehlike altında olduğunu gündemde tutmaya çalışıyor. Ama yeni infaz paketinin kapsamı dışından bırakılan siyasi tutsakların hiçbiri coronavirüs riski nedeniyle ev hapsine gönderilmedi. Çeşitlik hukuk komploları ve bolca yargı bürokrasisi ile bir şekilde içeride tutuldular. Bunların arasında yine çok sayıda HDP’li milletvekili ve belediye başkanı bulunuyor.
Ama özellikle bu son olay ülke nüfusunun büyük kesiminde vicdanları sızlatmış olmalı. Çünkü manzara çok nettir. Türk vekilin hayatı kıymetli, Kürt vekilin değildir. Tabii yargıya göre böyle bu. Burada da işte normsuzluk devreye giriyor. Yaşam hakkı ve sağlığa erişme açısından yurttaşların eşit olması sadece hukuki değil aynı zamanda vicdani bir normdur. Ancak ırkçılığın had safhaya geldiği bir yerde, bu norm da kaybolur. İşte bugün AKPMHP iktidarının ülkeyi getirdiği durum budur: Kuralsızlık ve normsuzluk. Irkçılığın en kolay gelişip yayıldığı ortam. Bütün dünya halkları bugünlerde ırkçılığı protesto ederken, Türkiye’de ülkenin milyonlarca yurttaşının oy verdiği bir partinin seçilmişlerine yargı eliyle, ırkçılıkla beslenen düşman hukuku uygulanabiliyor hâlâ.