1991 haftalık Yeni ülke gazetesinde çalışıyorum. Bir gün kapı zili çaldı, kapıyı açmaya giden sekreter, telaşla seslendi; ‘Musa Anter geldi’ diye. Hepimiz koridora çıktık, heyecan ve hayranlıkla karşıladık… Apê Musa katledildiğinde cezaevindeydim…
Gültan Kışanak*
Sene 1991 haftalık Yeni ülke gazetesinde çalışıyorum. Gazete binası Cağaloğlu Talas Han’da, çatı katında, birkaç odalı ofis. Gazeteyi birkaç kişiyle çıkartıyoruz. Gazetenin İmtiyaz Sahibi Serhat Bucak, genel yayın yönetmenimiz Hüseyin Aykol, Gazetenin İdari ve Mali İşleri Sorumlusu, Kenan Azizoğlu ve yazı işlerinde üç dört kişi. Bir gün kapı zili çaldı, kapıyı açmaya giden sekreter, telaşla seslendi; “Musa Anter geldi” diye. Hepimiz koridora çıktık, heyecan ve hayranlıkla misafirleri karşıladık. Çünkü Musa Anter ismi, Kürt kimliğini temsil eden, ömrü mücadele ile geçmiş önemli bir şahsiyetti bizler için.
Apê Musa’nın yanındaki kişi İsmet Şerif Vanlı’ydı. Sanırım İsmet Bey, Kürt Enstitüsü’nün açılışı nedeniyle yurtdışından gelmişti. Musa Amca da “Kürtler İstanbul’da bir de gazete çıkartıyorlar” diyerek, O’nu gazeteye getirmişti.
Her ikisi de spor giyinmişti. Üzerlerinde keten pantolon ve tişört, ayaklarında sandalet, İsmet Bey’in başında bir fötr yazlık şapka ve sırt çantalarıyla alışkın olduğumuz “önemli şahsiyet” kalıbını yıkmışlardı. En azından benim için böyleydi. Apê Musa giyimi-kuşamı, nüktedan tarzı, hoş sohbeti ile bir anda bulunduğu ortamı sözüyle, tavırlarıyla etkisi altına alan bir kişiydi. Klasik “aydın tipinden uzak, doğal, devrimci karizması olan bir insandı. O gün Apê Musa’yı biraz daha yakından tanıma fırsatı bulmuştum.
Apê Musa yazılarını, sarı teksir kağıdına kalemle yazar, genellikle kendisi getirip gazeteye teslim ederdi. Zaman zaman yazılarındaki sivri dili biraz törpülediğimiz olurdu. “Korkuyor musunuz?” diyerek bize takılırdı. Gazeteye açılan davaların zaten haddi hesabı yoktu.
Fakat o dönem yürürlükte olan “sansür ve sürgün kararnameleri” olarak bilinen kararnamede baskının yapıldığı matbaaya da kapatma cezası verilebiliyordu. Zaten güçlükle gazeteyi basacak bir matbaa bulmuştuk. Matbaaya bir zarar gelsin istemiyorduk. Şimdi düşünüyorum da keşke Apê Musa’nın el yazısı-orijinal nüshaları bir şekilde saklasaydık. İnsan içinde yaşarken, aynı zamanda tarihin çarkının döndüğünü anlamıyor. Oysa Apê Musa, tarih bilinci konusunda çok hassastı. Sık sık bu konuyu dile getiriyor, tarihimize sahip çıkmamız için uyarılar yapıyordu. Kürt Enstitüsü’nün açılışında yaptığı konuşmada da bu konuya değinmişti. Çarpıcı örnekler de vererek, etkili bir konuşma yapmıştı. Tarihi hep egemenler yazdığı için Kürtlerin bu kitaplarda “eşkıya, şaki, terörist vs.” sıfatlarla yer aldığını anlatarak; ezilenlerin, mazlumların kendi tarihini yazması gerektiğini anlatmıştı. Enstitünün tarih konusunda yapacağı çalışmaların önemini vurgulamıştı.
Apê Musa’nın yazılarının ve konuşmalarının genellikle iki muhatabı vardı; biri halk, biri de halka zulmedenler. Zalimlere karşı dili sivri, sözü net, hiçbir haksızlığı kabul etmeyen bir tarzı vardı. Halka ise hep haksızlığa karşı durmaları için çağrı yapan, nasihatlerde bulunan, halkın birliğini her şeyin üstünde tutan bir yaklaşıma sahipti. Aslında bu yazılar Apê Musa’nın vasiyetidir. 72 yaşında bilge bir insanı katledenlere verilebilecek en büyük ceza Apê Musa’nın hayallerini gerçekleştirmek, vasiyetini yerine getirmek olacaktır. Apê Musa’nın da ancak idealleri gerçekleştiğinde ruhu huzur bulacaktır.
Bütün bir ömrü, varlığını, dilini, kimliğini kabul ettirme mücadelesiyle geçen; Apê Musa’nın hayatının en özel dönemi sanırım 1990-1992 yıllarıydı. O yıllar Kürt Rönesans’ı denilecek bir süreçti. Toplumsal mücadelenin ete-kemiğe büründüğü, kurumsal yapıların oluştuğu yıllarda, Apê Musa tüm çalışmaların içinde yer almıştı. HEP, Kürt Enstitüsü ve Mezopotamya Kültür Merkezi’nin kuruluşunda yer almıştı. Yine Kürt basınının yayın hayatında etkili olmaya başladığı bir dönemdi. Haftalık Yeni Ülke, Günlük Özgür Gündem, Kürtçe Welat gazeteleri yayınlanıyor, Apê Musa’nın da bu gazetelerde yazıları yer alıyordu. Apê Musa’nın bütün bu gelişmeler nedeniyle duyduğu mutluluğu 29.12.1991 tarihli “Lê dinyayê, lê dinyayê” başlıklı yazısında görebiliyoruz. Bu yazıda 1943 yılında Dicle Talebe Yurdu’nun müdürlüğünü yaparken, “Kürtçe ıslık çalmak” suçlamasıyla gözaltına alınıp, tutuklandığını anlatıyor. 1959 yılında ise Diyarbakır’da İleri Yurt Gazetesi’nde yayınlanan “Qimil Hat” başlıklı şiiri nedeniyle tutuklandığını hatırlatıyor ve yazı şöyle devam ediyor;
“… elhemdulîllah îro di paytexta Osmanliyan de, li Stenbolê em rojnameya xwe ya bi zimanê xwe dertînin.
Ez gelekî bextiyarim ku min ev roj dîtî, lê heyfa min jî ewe ku gelek hevalên min ên hêja bi vê hesretê çûn rehmetê. Hêvî û baweriya min ewe ku wê xortên me yên hêja roj bi roj bi vî kare xwe yê spehî dile min xweş bikin û ruhê hevalên min ên çûyî jî şad bikin…”
Daha lise yıllarından başlayan mücadelesinin, emeğinin karşılığını bu toplumsal kazanımlarda gören Apê Musa ile tanıştıktan bir süre sonra, Adana’ya gitmek durumunda kaldım. Ne yazık ki koca çınarın son yolculuğuna da katılamadım.
1992’de günlük Özgün Gündem yayın hayatına başlayınca, ben Adana büro temsilciliği görevi nedeniyle Adana’ya gittim. Ancak birkaç ay sonra, öğrencilik yıllarında katıldığım Halepçe katliamı protestosu için açılan dava hapis cezasıyla sonuçlandı. Ve tutuklandım.
Apê Musa katledildiğinde cezaevindeydim. Ve sonsuzluğa uğurlanırken orada bulunamadım. Belki de bu nedenle hala Apê Musa yaşıyormuş gibi hissediyorum. Tabi ki Apê Musa, özgür basın geleneğinde, halkın mücadelesinde yaşıyor, yaşayacak. Sanırım benim duygum “yasını tutamamış” olmak. Bu coğrafyada o kadar çok tutulmamış yas var ki… En yakın arkadaşlarım, yoldaşlarım… “Gerçekler karanlıkta kalmayacak.” diyerek Apê Musa’nın yolundan giden Gurbetelli Ersöz, Kemal Kılıç, Ferhat Tepe, Nazım Babaoğlu, Yahya Orhan, Hafız Akdemir, Orhan Karaağar ve daha niceleri…
Zulme tanık olan gökyüzü feryat ediyor, nehirler ağlıyor, toprak kanıyor.
Edi bes e! Utandırmayın havayı, suyu, toprağı…
Utandırmayın insanlığı.
*Kocaeli 1 nolu F tipi cezaevi