Naci Sümeli
Hali hazırda yeryüzünde milyarlarca insan yaşıyoruz. Çoğumuz suçsuz, günahsız, zararsız iyi insanlarızdır. Acaba kaçımız ruhu bedenini terk ettikten sonra kendisinden sonra yaşayanlarca unutulmayacak, iyi duygularla, minnetle anılacak? Öyle sanıyorum ki bu değerlendirmede, yani göçüp gidenlerin anılmasında, her birimiz için daha geçerli olan ölçüt, nasıl yaşadığımızdan da öte nasıl öldüğümüz oluyor. Prof. Cemil Taşçıoğlu’nu bu ülke insanlarından kaçımız biliyorduk ki? Ama bu korona belası ortaya çıkıp da bu bela ile mücadele ortamında ruhu bedenine veda edince İstanbul’un en önemli bir hastanesine onun adı verildi. Ve bundan böyle milyonlarca insanın bilincinde unutulmayacak bir anıt olarak yaşayıp gidecek. Sanıyorum bu duyguları paylaştığı için olmalı ki Ahmet Altan cezaevinden yazdığı son yazılarından birinde mealen, “Bahçesinde elinde gül makasıyla dolaşan ihtiyar bir yazar olarak anımsanmaktansa cezaevinde yatan bir yazar olarak anılmayı tercih ederim” diyordu. Ne kadar onurluca bir tercih!
Bir taraftan da insan olarak diğer canlılar gibi genetik davranış kodlanmamız daha uzun yaşamaya ayarlanmış durumda. Güdülerimiz, reflekslerimiz, tercihlerimiz esas olarak uzun yaşamaya yönlendiriyor biz insanları. Bu biçimde çoğunlukla korkak, bencil, itaatkar, tutucu ve sessiz oluruz. Aslında çağdaş ve evrensel insanın, insan olma değerleriyle çok da örtüşmüyor olmasına karşın böylesi varoluş biçimi toplumlarda yaşlı insanların kutsanmasına kadar vardırılıyor. Geçmişte kalan üretim biçimleri ve ilişkileri üzerinden değerlendirildiğinde yaşlı insanların kutsanması, büyük saygıya mazhar olmaları haklı, somut nedenlere dayanıyor. Her topluluğun birikimi, tecrübesi uzun yaşayan insanların hafızasında saklıdır. Hafızası sağlam bir yaşlı insan, içinde yaşadığı topluluk için ortaya çıkan zorluk ve sorunların daha kolay ve bilgece aşılması, hedeflenen zenginliklere daha az eziyetle ulaşılması demektir. Hastalıklarda kullanılacak otların bulunmasında, tohumların hangi aralıkta atılıp hasadın hangi zamanda yapılmasında, bu kış hangi hayvanların niçin ve nasıl beslenmesinde, gelecek seneye hangi bitki tohumlarının saklanmasında, hangi yamaca nasıl ve ne tür bitkilerin dikilmesinde, yeni yapılacak evlerin kapı ve pencerelerinin ne yöne bakacağına ve ne yükseklikte olacağında, saklanacak ot yığınlarının evlerden ne uzaklıkta saklanacağında, nerede hangi derinlikte kuyu kazılacağında, vs. vs. yaşlıların ağızlarından çıkacak her söz altın değerindedir.
Devlet yönetimiyle ilişkilerde olsun, başka insan öbekleri ve köylerle alışverişte olsun, kentlere gidip gelmelerde olsun, yeni akrabalıkların kurulup geliştirilmesinde, nerede başlatılıp nerede sonlandırılmasında olsun, köyün ve çevrenin mevcut ve yeni ortaya çıkacak olanaklarının nasıl paylaştırılacağında olsun, baş gösteren tehlikeler karşısında göç durumları ortaya çıktığında bunun nasıl ve nerelere yapılmasında olsun yaşlı insanların hafızalarında biriken bilgiler birlikte yaşadıkları insan kümelerinin yaşam normları olmak durumundaydı. Bütün bunları hala çok önemseyen topluluklarımız ve insanlarımız da az değildir. Ama artık bu çok önemli gelenek yaşamı belirleyen olmaktan çıkalı çok zaman oldu. Söylemde yaşlı insanları en temel değer diye göklere çıkaran AKP rejimi, gerçekte 65 yaş üstünü zaten hiçbir işe yaramıyorlar diye değerlendiriyor olmalı ki aylardır ev hapsinde tutuyor. Ya biz? Nasıl bakıyor nasıl yaklaşıyoruz?
70’li yıllarda bizim kuşak komünist partisiyle ilişki kurmayı başarıp, ülkenin ve halkın özgür verimli ve bahtiyar bir geleceğe taşınması mücadelesini komünist anlayış temelinde yürütmeye çalışırken dillendirdiğimiz en ciddi sıkıntıların, şikayetlerin başında, bize mücadele geleneğini taşıyan, aktaran eski kuşak komünist kimselerin olmamasıydı. Biz komünisttik, komünist partisinde örgütleniyor ve onu örgütlüyorduk ama bu topraklarda bu tecrübeyi yaşamış kimseler yoktu. Ne Kürdistan’da ne Türkiye’nin başka bölgelerinde… (Çok haksızlık yapıyor muyum bilmem ama Türkiye’nin başka bölgelerinde sonradan haberdar olup tanıştığımız eski komünistlerin de yıllar yılı hiçbir örgütlü çalışma yapmayıp yüreklerinde taşıdıkları inançlarıyla, sığındıkları kovuklarda yaşadıklarını, daha da doğrusu sadece yaşlandıklarını öğrenmiştik) Sonraları yaptığımız değerlendirmelerimizde geçmişte kalan çalışmalarımız ve söylemlerimizdeki yetersizlikleri, dost ve rakiplerimizle ilişkilerimizdeki eksik ve yanlışlarımızı, böbürlenmelerimizi, her şeyin merkezi ve belirleyeni olduğumuz yanılgısıyla adımlar atmalarımızı, hatta doğrunun tek temsilcisi ve tekeli olduğumuz yanılgılarına saplanıp kalmamızı, daha önceki kuşaktan bilgi ve tecrübe yoksunluğuna bağladığımız da çok olurdu. Ve bu çoğunlukla haklıydı da. Örneğin komünist geleneğin tecrübesiyle yapılan bir örgütlenme olabilseydi 70’lerdeki devrimci kabarışın enerjisi o kadar çabuk berhava edilmezdi. En azından o günün koşullarında ortaya çıkan ve boy veren Kürt özgürlük hareketinin ruhu ve davranış kodları anlaşılabilseydi, göstere göstere gelen faşist rejimin önüne gerçek bir barikatı örebilme şansımızın o denli az olmadığını da kavrayabilirdik. Hadi bunu beceremedik 12 Eylül rejiminin uykuya yatılarak, kaçarak- göçerek atlatılamayacağını da öngörülebilir, sonrasında Türkiye’deki demokrasi mücadelesi esas olarak ve fiilen Kürt halkının omuzlarına bırakılmış olmayabilirdi. Halen süregiden özgürlük, eşitlik, adalet mücadelesi ayaklarından birinden yoksun bırakılmazdı.
70’li yılları geride bırakıp 80’lerde 12 Eylül rejiminin baskıları geride kaldıktan sonra bile bu hafızasızlık ve bilgisizlikten kaynaklı darlık, komünist ve sol hareketin yakasından düşmedi. 12 Eylül darbesiyle birlikte bize güvenen, arkamızdan gelen, özgür bir geleceğin bizimle birlikte mücadele edilerek kazanılacağına inanan yüzbinlerce insanı kendi hallerine bırakıp ortadan çekilmemizin vebalini bir yana bırakalım. Kutlu ve Sargın’ın KOMÜNİST PARTİSİNİ YASAL OLARAK KURMA amacıyla Türkiye’ye döndükleri zaman bile, artık varlığını ve etkinliğini hissettirmiş olan Kürt özgürlük hareketiyle koordineli bir anlayış oturtulabilseydi, ortaya çıkacak sonuçlar bugünkünden çok daha farklı olacak, 12 Eylül diktatörlüğüne karşı mücadele etmektense kendi örgütsel varlığını ve kadrolarını geleceğe saklama anlayışının getirdiği çürümenin açmazları aşılabilirdi. Ben içerisinde olduğum için TKP’nin davranış kodlarını, Kürt özgürlük mücadelesine bakışını birebir yaşayarak, gözlemleyerek ulaştığım sonuçları bu biçimde paylaşıyorum. Öteki sol örgütlerin yaklaşımları ve ruh halleri de, Kürt halkını özgürlük için örgütlediğini iddia eden diğer Kürt yapıları da çok farklı durumda değildi.
Böylesi acınası bir durumda olduğumuz halde sol ve komünist hareket kalıntıları, yanısıra örgütlü mücadeleyi de gereksiz bulan bağımsız sol kişilikler, aydın-entelektüel kümeler Kürt hareketinin nasıl yürüyebileceğini, Türkiye’nin geriye kalan kesimi ve demokrasi güçleriyle nasıl bir ilişki disipliniyle varlığını sürdürmesi gerektiğini adeta dikte ettirme hakkına sahip oldukları yanılsamalarıyla zaman tüketmekten vazgeçmiyorlar. Kaba bir biçimde söylersek “Milletvekili olursam yanında dururum. Söylediklerim parti politikası olursa partinizde yer alırım” pazarlığının kapattığı alanın, harap ettiği yapıların, imha ettiği moral dayanakların farkında bile değiliz. (Bu bakımlardan HDP ve Kürt hareketine Kürt cenahından da gelen haksız ve yersiz eleştiri ve karalamalar var. Bunlar başka bir yazı konusu) Bütün bunlara tanık olunca taşıdığımız sol mücadele hafızasının ne işe yaradığını düşünmeden, sormadan edemiyorum. Gezi direnişinin ortaya çıkışı, o süreçte yaşananların kazandırdıkları, artık Türkiye solunun toplumun dönüştürülmesine ve Kürt mücadelesine çok daha olgun ve duyarlı yaklaşacağı umudunu da yaratmadı değil. Ama bir 7 Haziran “rüyası” yaşandıktan sonra bile Cizre, Nusaybin, Varto, Derik, Sur karşısında ve akabinde alınan tutumlar hemen her şeyin “eski tas eski hamam” olduğunu adeta gözümüze soktu.
Tabii ki bunları yazmamın nedeni şu korona günlerinde başıma bir tuğla düşmesi değil. HDP çevresinde, HDP’nin ne olup olmadığı, nasıl olması ve olmaması gerektiği yönünde yürütülen tartışmalar, eleştiriler, suçlamalar ve övgülerdir. Daha çok Türkiye’nin bütünü için ve elbette Kürt halkının mücadelesi için yaratılan bunca olanağın heder edilmemesi için gerekli birikim ve tecrübemiz fazla fazla var. Bu tecrübeyi aktaracak çok sayıda mücadele arkadaşımız da mücadelenin ve örgütlü mücadelenin içinde, bilimsel-akademik araştırmaların içinde en yeni kuşak mücadele arkadaşlarının omuz başlarında duruyorlar. Binlerce, onbinlerce bilimsel bilgi birikimi, bilinci ve hafızası olan insanımız var. Ve bunların hemen tümü gençliklerinde gözlerini kırpmadan, hiçbir gelir hesabı yapmadan hayatlarını halkın özgür ve mutlu geleceğine adamış olarak davrandılar. Çoğumuzun yaşıyor olması da tesadüftür. Kucağında arkadaşının cesedini taşımayan, mezarlıklara kardeşlerinin tabutlarını taşımayanımız parmakla sayılacak kadar azdır. Gençliğini, bütün hayatını inandığı değerler uğruna feda etmeye hazır insanlar olarak ilerlemiş yaşlarımızda, gündemde olan tehlike ve saldırılardan ne korkup geri çekilmemiz, ne de böyle bir davranışı birbirimize izah edebilmemiz mümkündür.
Biz mevcut burjuva devlet karşıtı ve devlet dışı bir anlayış temelinde halkın mücadelesinin var olabileceğini her nefesimizde yaşadık. HDP gibi bir olanak ve güç bizim böylesi bir hafızamızın üzerinde de oturuyor. Bu olanağın ne bedellerle oluştuğunu, bugünlere gelebildiğini ve var olabildiğini her gün yeni örnekler de anlatıyor bize. HDP’yi oluşturan ve var eden felsefe bütün emekçi ve vicdanlı insanların yaşamlarını yönlendirebilirse Türkiye kurtuluş yoluna girebilecektir. HDP’nin bir direniş mücadelesinin üzerine kurulduğuna tanıkken; direnmeden, saklanarak, enerji ve birikimlerimizi gelecek bir zamanda ortaya çıkacak fırsatları değerlendirme amacı ve anlayışının da çürüme ve yozlaşmaktan başka bir sonuç getirmediğini hafızamızda taşıyor olmalıyız.
Burada “nasıl ölmeyeceğiz” sorusuna yanıt arayanların tutumları hayati önem taşıyor artık. Galiba sakladığımız enerjiyi harcamak için en son değilse bile, sondan bir önceki virajdayız. Evet kesinlikle nasıl yaşadığımız, bugünlere nasıl geldiğimiz çok önemlidir. Ama insanlar bizi nasıl ve nerede öldüğümüze bakarak anımsayacaklar.