Geçmişte Kürtler için devlet tarafından üretilen bir şey vardı: Kuyruklu Kürtler. Bu ve benzeri sıfatlarla dışlamalar her on yılda bir güncellendi. Lise yıllarında bir kitap okumuştum. Şimdilerde devletin Kürdü olan Orhan Miroğlu, sıkı hafızası ve birçok tarihi olaya tanıklık etmiş olan Canip Yıldırım ile yaptığı söyleşiyi ‘Hevsel Bahçesi’nde bir dut ağacı’ adıyla kitaplaştırmış ve o dönem tüm kitaplarını hatmettiğim Mehmed Uzun çok değerli bir önsöz yazmıştı. Kitabın bir yerinde Canip Yıldırım bu kuyruk olayında bir anısını anlatıyor. Mardin Ortaokulu’nda arkadaşlık yaptığı Turgut Özal, Adana’da yatılı (leyli) olarak lise okumaya gidiyor. Orada Özal’ın pantolonunu indirip ‘kuyruğunu’ aramış öğrenciler. Kitapta aynı olayın Musa Anter’e de yapıldığını anlatıyor Yıldırım. Nitekim aynı yatılı okulda Apê Musa, Seyid Rıza’ya edilen küfre karşılık Atatürk’e küfrediyor ve bu yüzden 14-15 yaşlarında mahpusa giriyor.
Bir gün hemşerim olan bir abiden duymuştum. İstanbul’da bir caddede bir kapkaççı bir kadını gaspetmeye çalışırken, bu abi kadını kurtarıp hırsızlığı engelliyor. Bunun üzerine genç kadın abiyi yemeğe davet ediyor. Davete icap eden abi sofra sohbetinde Kürt olduğunu söyleyince genç kadın şaşırıyor ve kalkıp abinin arkasına bakıyor. Masadaki baba huzursuzlanıyor. Dobra olan kadın babasına dönüp, “Baba sen Kürtler kuyrukludur demedin mi?” diye soruyor. Baba pişman ve utanç içinde, kızına diyor: “Kızım ben rütbeli bir askerim. Eğer Kürtler kuyrukludur demeseydim, ben bugün bu rütbede olmaz, sen de böyle yaşayamazdın.”
Etiketlerin ve nefretin kaymağı var. Sınıfsal ayrıcalıktır bu, aynı zamanda sömürge bir halk üzerinde en öncelikli olmanın imtiyazını taşıyor. Kimse ayranım ekşidir demez fakat bu öyle bir şey değil. Devletin buyruğunda, yasasında yer alıyorsan, her yalana ve günaha boyun eğmek zorunda bırakılırsın. Thomas Bernhard, haberlerden ve kişisel yaşamından derlediği ‘Ses taklitçisi’ adlı öykü kitabının bir yerinde şöyle der: “Devlete hizmet, bu hizmeti yerine getiren herkesi mahveder. İnsan devletin hangi yetkilisine hizmet ederse etsin hep yanlış yetkiliye hizmet eder.”
Çok daha eskilerde kitaplar bile yazıldı bu yalanlar için. Koca bir medya ordusu da kuruldu. Kürtler kart-kurt sesinden türemiş dağ Türkleriydi. Sonra baktılar olmuyor, bu sefer Kürtleri zengin lehçelerinden ayırmak için Dimilî yani Zazaki lehçesine sarılıp, bu lehçeyi konuşanların Kürt olmadıkları, Zaza Türkler oldukları üzerine propagandalara girişildi. Bunun için çokça akademik araştırmalar, tarihi bulgular ve tanıklar oluşturuldu. Sıradan herhangi bir konu hakkında bu kadar mesai ve para harcansaydı, eminim büyük bir enstitü oluşurdu. Mesela Kürtlerin varlıkları değil de nanenin soykütüğü ve faydaları üzerine bütçe ayrılsaydı başka bir dünyanın mümkününde yol alır, başka şeyler hakkında tartışırdık. Ama yok, inkar, nefret ve bununla beraber gelen ayrıcalık her şeyin üstündeydi. Altta kalanı zaten ezan ve bayrak örtüyor.
Diyebiliriz ki bu ülkede her Kürt birçok kez ırkçılığa uğrayacak. Kürt olmayanlar da bir gün ırkçılıkla sınanacak. Bu aynı şekilde gayrimüslimler, LGBTİ’ler, mülteciler için de geçerli. Bu ülkede yaşayan Türk-Sünni olmayan herkese uğrayacak bir ayrımcılık ve beraberinde gelecek nefret cinayeti her sokakta geziyor. Yine aynı şekilde kendini Türk olarak gören herkesin bununla tavrını bileyeceği an gelecektir. Sonra yine gelecektir; kendini inkar etmeyen, başkasını kendi gibi gören çoğalırsa işte o zaman kıyaslamanın değerleri yerle bir olacaktır. Bu, günümüz Türkiyesi için halen bir mücadele alanıdır. Gerçekleşmemiş her hülyâ, bir mücadeleyi gölge gibi peşinde koşturur sonuçta. Bu da öyle bir handikaptır, duruyor herkesin önünde.
Devletin büyük ve zengin medyası altında görünürlüğü olmayan her kesim kendi medyasını kurmak zorunda kaldı. Kürtler bu anlamda onlarca insanını kaybetmekle, gazetelerinin bombalanmasıyla, devam eden ceza ve soruşturma tehdidine rağmen kendi geleneğini oluşturabildi. Aleviler PİRHA altında kendi hak ihlallerini ve bir araya gelişlerini örgütleyebildi. Agos Ermenilerin sesi oldu. Hemşinler, Lazlar kendi mecralarını kurdu. LGBTİ’ler kendi ajanslarını kurdu. Bu aslında normal şartlarda çok zengin bir medya gibi görünebilir ve ‘ne kadar da özgür bir medya yelpazesi’ denilebilir. Keşke öyle olsa. Bu yelpaze devletin karartmasına ve saldırısına karşı ezilen kesimlerin medya alanındaki meşru savunması olarak bugün var. Kılıç artığı Ermeniler, denize dökülmekle bitmeyen Rumlar, Lut kavminden LGBTİ’ler, mum söndücü Aleviler, hain Kürtler uğradıkları devlet zulmünü görünür kılmak için medyalarını kurdular. Çoklar ama devletin açıklamaları, ajansları, köşe yazarları baskın ve ikna edici. Çünkü halen büyük bir kesim muhalif olsa bile birinci sınıf statüsünü, sosyal ve siyasal ayrıcalığını bırakmak istemiyor. Halen mutlu Türk, mezarsız Kürt’e akıl vermekten çekinmiyor.
Geçtiğimiz günlerde Barış Çakan’ın öldürülmesinden sonra bu zengin yelpazenin ve gerçekleri örtbas eden medya algısının tezahürünü yaşadık. Kürt medyası olayı ilk elden nefret cinayeti olarak basına yansıttı. Daha sonra gelen tepkiler üzerine valilik açıklama yapıp olayı Kürtçeden ezana götürdü. Açıklamanın özü de ezan dinmez, bayrak inmez oldu. Bu minval üzerine tepkiler bir bir geri çekildi ve neredeyse bu ülkede nefret cinayetleri hiç olmamış havalarına girildi. Oysa faili meçhullerden Roboski’ye kadar biliriz ki Kürt medyası olmasaydı bugün tüm haberler resmi emirden öteye geçmezdi. Tuhaf olan şudur ki muhalifim diyen bir kesim o günleri unutup bu manipülasyona inanmayı seçti. Seçti diyorum çünkü halen Türklük Sözleşmesi’ne bağlılık var, bu bağlılığın ayrıcalığı ile ezilene vicdan bahşetme kibri var. Barış’ın öldürülmesinde Kürt basınının inadıyla olayın nefretten kaynaklandığı ve ailenin ifadesinin tehditle değiştirildiği ortaya çıktı. Yani olan Türk Alperen’in Kürt Barış’ı kalbinden bıçaklaması ile sonuçlanan bir cinayetti.
Vedat Türkali, bir romanında Ermeniler öldürüldüklerini, Kürtler de var olduklarını kanıtlamak zorunda bırakılıyor diyordu. Elbette kimse kimseden bir şey beklemiyor, yalvarmıyor ve yakarmıyor. Kürtler kuyruklu değil ama o nefret söylemine karşı tıpkı bugün ABD’de diz çökme hareketini ters yüz eden siyahlar gibi bu insandışılaştıran söylemi tersyüz edip kuyruğunu dik tutuyor. Siyah Barack Obama ABD başkanı olunca kimse eşitlenmedi. Devletin okulunda kuyruğu aranan Turgut Özal cumhurbaşkanı olunca da kimse eşitlenmedi. Devletin olduğu her yerde cins, ırk, mezhep ve sınıf nefreti kendini yeniden üretir. Böyle bir devlet saldırısı ve günden güne yenilenen zulüm karşısında o biçim bir var kalma müdahalesi ve değiştirme azmi dipdiri duruyor. Bu da bize derman olsun.