Mehmet Uçar
“Unuttuğumuz pek çok şey ebedi olarak yitip gitmez; geçici olarak ona erişemeyeceğimiz bir yerde bizi bekler.”
Mithat Sancar
Yaşadığımız bu ülkede, toprağına el koymak isteyen Prusya kralına “ama Berlin’de hakimler var” diyebilen Alman köylüsünün dile getirdiği “adalet kurumuna güven” duygusunun bu topraklarda asla oluşmadığını hepimiz tecrübeyle biliriz.
Öyle ki bu topraklarda azınlık diye ifade edilen halklar bunu çokça deneyimlemişlerdir.
Bu minvalde “adalet mülkün temelidir” veya “adalete inanmak gerek” türü vurgular ezilmiş halkların göğsünde süslü resmi laflardan ibarettir.
Bu adalet yoksunluğu, kültür sanat alanına da hatırı sayıda ironi olarak yansımıştır. Yılmaz Güney filmleri bunu iyi anlatır.
Buradan doğru bakıldığında bile bu ülkenin kodlarının adaletten çok, güç temelli adaletsizlik üzerine kurulu olduğunu görürüz. Bu gücün halkların ortak birlikteliğinden gelen bir güç olmaktan çok, “beyaz Türklüğe” hizmet ettirme çabasına dayalı olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
Güçlerinin övünç merkezi Osmanlı geçmişlerine baktığımızda inancı özneleştirip bu coğrafyada sürecek 1000 yıllık bir işgalin tohumları İslam adıyla atılacak ve dillerinden hiç düşürmedikleri “din kardeşiyiz” söylemleri hep bizlere hatırlatılacaktı. Kirli ilişkilerle örgütlemiş oldukları din adamları ve bölge aşiret ağaları eliyle gerçeğin gizlenmesinde bu söylem hep kullanılacaktı. Bu temelde 2020’nin ağaları 1920’lerin Diyap Ağalarını da aratmayacaktı. Bu gizli tarih, ülkenin hiçbir yerinde seçim mitinglerine Kur-an ile çıkmayan AKP cumhurbaşkanının Batman mitingine Kur-an ile çıkacağını gösterecekti.
Çünkü Kur-an’ın Kürtler üzerindeki derin karşılığını bilmekteydi. Onlar böylelikle iflasın eşiğinde olan ulus-devlet deneyimini biraz daha yaşarken Kürde yine direnmek düşecekti.
Osmanlı’da 1850’lere kadar eğitim sistemi temelinde kurumlaşmanın olmadığını, bununla birlikte var olanın da dolaylı olarak sarayın güdümünde olduğunu söylemek mümkün.
O dönemde medreseler ile sıbyan mekteplerinin olduğunu, bunların da vakıflara bağlı olduğunu ve vakıfların da cemaatlerin kontrolünde olduğunu bilmekteyiz.
Her medresenin eğitim noktasında kendisine özgün bir işleyiş ve kavrayışı vardı.
Çoğunun ortak yanı saraydan beslenmeleri ve saraya yakın olmalarıydı. Günümüz İstanbul Fatih merkezli ve Adıyaman Menzil merkezli cemaatlere bakınız lütfen.
Bugünün sinsi mütedeyyinin geçmişe yönelik vakıf ve cemaat hafızası da buradan gelir.
O günün saray ideolojisi temelinde fetva çıkaranları bugünün sipariş usulüyle hutbe yazıcıları ve köşe yazarları ile televizyonlarda görmekten bıktığımız sözde yazarlarıdır artık.
Bu malumatfuruşların sıklıkla değindikleri Osmanlı’ya yönelik olarak, 1850 yılında İstanbul’da ilk defa 8 tane ortaokulun açıldığını, bununla birlikte eğitimde ortak bir müfredata geçildiğini bilmekteyiz. Buradan çıkaracağımız sonuç inkarın farklı yorumlarla değil tek yorum üzerinden artık işleyeceği şeklindedir. Osmanlı bakiyesine soyunan, günümüze değin iktidarların en çok değiştirdiği kanunların başında eğitim gelmiştir.
Buradan doğru da anlıyoruz ki eğitim bu aşamada toplumsal hafızayı silme temelinde en etkili araçlarıdır. Bunu yaparlarken eminiz ki şu atasözü akıllarındaydı. “Ağaç yaş iken eğilir”
1863 yılında Galatasaray lisesinin bulunduğu yerde ilk liselerini açtıklarında Amerikalı Protestanlar Anadolu’da 50 civarı lise açmışlardı.
Bu durum Osmanlı’nın Kürtler içinde yaptığı din propagandasını daha güçlü yapmaları zeminlerinden biri olacaktı.
Özetle Osmanlı devletinde bitmeyen oyunlarla coğrafyamızda sürekli bir kaos hali yaratılmıştır. Bu kaosun özünde yönetememe hali vardır.
Avrupalıların Osmanlı’ya sürekli hasta adam demelerinin temel nedeni de ülkeyi yönetememelerinden kaynaklandığını belirtelim.
Bu yönetememenin mimarlarından birisi de dönemin Damat Ferit paşasıdır.
Dışişlerinde çalışan vasat bir memurdur. Tesadüfen Vahdettin’in ablası Mediha sultanla evlenmiş ve devlet bürokrasisine girmiştir. Günümüzdeki damadı ve ekonomideki vasatlığını zaten biliyorsunuz.
Savaşın, çatışmanın bu ülkenin gündeminden düşmemesinin bir okumasını da buradan doğru yapabiliriz. Şiddetin süreğen olduğu bir yerde tabi ki barış söylemimiz çözüm masası önerilerimiz provokatif kalacaktır. Kilyos mezarlığına kaçırılan 282 kişinin kemikleri ve DNA eşleşmesi neticesinde teslim edilenler sonrası kalan 261 kişinin kemiklerinin kutulara konulup kaldırımlar altında tutulması, bu ülkenin bir yeni kara lekesidir.
Kürt seçilmişlerin zindanlarda esir edilmek için doğudan batıya kemikler gibi kaçırılmasındaki niyetleri anlaşılmış ve bu temelde oyunları da bozulmuştur.
Canlı cansız Kürdün kemikleri kaçırılmaktadır. Canlıları plastik kelepçeyle, cansızları plastik kutularla. GÜLİSTAN DOKU NEREDE?
Sayın Selahattin Demirtaş’ın, Sayın Selçuk Mızraklı’nın Diyarbakır’dan Edirne’ye, Kayseri’ye kaçırılması ve 40 yılı aşkın bir çatışma sürecinin en büyük çözüm gücü durumunda olan Sayın Abdullah Öcalan’ın İmralı’da 20 yılı aşkın derin tecride tabi tutulmasını da böyle anlamaktayız. Bu yapılanların aynı zamanda psikolojik bir savaş konsepti olduğunu da bilmekteyiz. Bu halkın mezarlıklarıyla, kemikleriyle oynayışınızın ilk olmadığını da biliyoruz. Zilan deresinde, Ağrı’da, Dersim’de, Maraş’ta, Madımak’ta,
Hrant Dink’in, Musa Anter’in, Tahir Elçi’nin bedenlerinde ve daha birçok yerde.
Biliyoruz, çünkü ulus-devletinizin kadim gerçekliğinde şu var:
Yeni bir başlangıç yapmanızın tarihte en sık rastlanan hali, resmi tarihini ortaya koyma ve eskiyi kolektif hafızadan silme girişimi ile hep başlamış. 1924’te inkâr ettiğiniz
1921 Anayasası yakın başlangıç tarihinize en iyi örnektir.
Yeniyi belirleme ve eskiyi unutturmaya dönük bu girişimlerde kullanılan araçlardan bir diğeri de, şehirler ve şehirlerin yarattığı kültürdür. Tarihin süreklilik duygusunun yeniden üretildiği yerler olan “anısal” mekânlar, toplumun geçmişle bağ kurmasını sağlar. “Eski” olana ait kültürel dokunun şehrin yüzeyinden silinmesi, toplumsal hafızadan da silinmesine yol açar. Kürdistan’da Kürtçe kurum adlarının yazıldığı tabelaların Türkçe’ye çevrilmesi, Kilise kapılarının yakılması, Hrant Dink Vakfı’nın tehdit edilmesi ve son süreçte Siirt’te Mir Celadet Elî Bedirxan kütüphanesinin yıkılmasından tutalım kültürel kurumların kapatılmasını geçmişle toplum arasındaki sürekliliği sekteye uğratmak, toplumun derine inememesine, kökten kopmasına, hatırlayamamasına ve dolayısıyla, geçmişiyle yüzleşememesine yöneliktir. Garzan’dan Kilyos’a kadar yapılmak istenen esasen tam da budur. Türkiye’nin ulus-devlet deneyiminde toplumun geçmişle bağını koparma şiarının önemli rol oynadığını göz önünde bulundurursak, şark ıslahat planları masum bile kalabilir. Bu gerçeklik ışığında tarihi yeniden gözden geçirerek bozamayacakları alternatif hafıza alanları oluşturmak şüphesiz önceliğimiz olmalıdır.
Bugün Gezi Parkı’nın, Askeri Müze’nin, TRT İstanbul Radyosu binasının, Hilton ve Divan otellerinin olduğu alan eskiden bir Ermeni mezarlığıydı.
Buradan doğru baktığımızda, köklü bir geçmişin nasıl bir adaletsizliğe kurban gittiğini net olarak görmekteyiz.
Adalet bu topraklarda sadece iktidarın muhalifler için kullandığı bir tehdit ve öç alma aracına dönüşmüştür. Ve sadece muhaliflerin etine, kemiğine bunu yapmaktadır.
Tüm bu örgütlü kötülüğe karşı artık mücadelenin bağrındaki direniş ruhu ve gücü yeniden hafızalara gelmelidir. Geçmişin o birikimi kalbimizde kalan yegâne umuttur. İnsanlığın ve bu toprakların kara yazgısının değişmesi için bu gereklidir. Ruhumuz çırpına çırpına tükenmeden Spartaküs olmak gerek, Paramaz olmak, Leyla olmak, Mazlum olmak, Hevrin olmak gerek.
Şu an şimdi bir anne, bir eş, bir kardeş, Kilyos Mezarlığı’nda bir kutu içinde yitirdiğinin kemiklerine bakıyor.
Bedeni yeni soğumuş bir ölünün yüzüne b a k a r gibi!
Bu utançtan kurtulmak artık insanlık onuruna karşı hepimizin boynunun borcudur.