Tarım Orkam-Sen İstanbul Şubesi 5 Haziran Dünya Çevre Günü nedeniyle bir bildiri yayınlandı. Bildiride, 1972 yılından bu yana doğal yaşama büyük zararlar verildiği vurgulandı
Tarım Orkam-Sen İstanbul Şubesi, 5 Haziran Dünya Çevre Günü nedeniyle bir bildiri yayınladı. İstanbul Şube Başkanı Şenay Elhüseyni imzası ile yayınlanan bildiride, Covid-19 pandemsinin doğa tahribatının bir sonucu olduğuna dikkat çekilerek, yaşam hakkının geri kazanılması için ‘birlikte mücadele edilmesi gerektiği’ vurgulandı.
Bildiride şu ifadelere yer verildi:
“5 Haziran 1972 yılında BM Stockholm Konferansı`nda insan ve çevre arasındaki ilişki üzerinde durulmuş ve bugün Birleşmiş Milletler tarafında Dünya Çevre Günü olarak kabul edilmiştir. 2020 Dünya Çevre Günü teması biyoçeşitlilik olarak belirlenmiştir.
1993 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler (BM) Biyoçeşitlilik Sözleşmesi, BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ve 2020 sonrası iklim değişimiyle mücadelenin yol haritası Paris Anlaşması çatısında gezegenimizin zenginliklerinin geleceğini kapsıyor.
Ülkemizin de üye olduğu, “Hükümetler arası Bilim-Ekosistem Hizmetleri Bilimsel Politika Platformu (IPBES)” 1 milyon canlı türü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya derken, henüz çok geç olmadığını bildirerek, doğamızın adeta onarılması ve sürekli korunması için teknolojik, ekonomik, sosyal etkenlerin yeniden yapılandırılması gerektiğini ortaya koyuyor.
Ancak mevcut uygulamalara baktığımızda, hiç de bu karara uygun hareket edilmediğini görüyoruz. Yeni bir araştırmaya göre, vahşi yaşam altıncı kez büyük bir yok oluş tehlikesiyle karşı karşıya. Bilim insanları bu yok oluşun bizi medeniyetin çöküşüne götürebileceği konusunda endişeli.
İnsanların doğayı tahrip etmesi nedeniyle yaşanacak yok oluşların diğer çevre sorunları gibi telafi edilme ihtimalinin olmadığını belirten araştırmacılar, aynı zamanda yok olan türlere bağımlı olan türlerin de zamanla tükenmesine sebep olacak bir domino efekti oluşabileceği konusunda da uyarıda bulundu: “Yok oluşlar daha fazla yok oluşu beraberinde getiriyor.”
Güncel bir örnek olan korona virüs salgınının doğal hayatın tehlikelerini ortaya koyduğunu, insanlığın sağlıklı kalabilmesi için biyoçeşitliliğe muhtaç olduğunu söylüyor bilim insanları.
Artan insan nüfusu, yaşam alanlarının tahribatı, vahşi yaşam ticareti, hava kirliliği ve iklim krizi konularının acilen dikkate alınması gerekmektedir. Aksi takdirde, insanlık diğer canlıları yok ettiğinde, kendi oturduğu dalı kesmiş oluyor. Tehlike altındaki türlerin korunması, bağlantılı olduğu iklim bozulması ile eşit biçimde, hükümetler ve kuruluşlar tarafından küresel bir acil durum gibi ele alınmalı.
Doğanın, insan dışındaki bütün bileşenleri birbiriyle sürekli etkileşim halindedir. Bir tek insan, kendisi de doğanın bir bileşeni değilmiş gibi, hatta doğanın hâkimiymiş gibi davranır; bunun da asıl nedeni insanın içinde yaşadığı toplumsal sistemdir.
Koronavirüs nedeniyle tüm dünyada ekonominin, finansın, üretimin neredeyse durma noktasına geldiği izolasyon sürecinde, ozon tabakasındaki deliğin kapandığına dair bilgiler, ekoloji hareketlerinin on yıllardır toplumlara anlatmaya çalıştığı küresel ısınma, iklim değişikliği, buzulların erimesi vd ekoloji sorunlarının asli nedeninin kapitalist toplumsal yapı olduğuna dair tezini doğrulamaya yetiyor. Başka bir deyişle, hiç kimseye yaramadıysa bile Korona salgınının doğanın bir nefes almasına, biraz olsun toparlanmasına yaradığı aşikar diyor Gaye Yılmaz. Ancak Türkiye gibi bu izolasyon süreçlerini daha ileri düzeyde doğa katliamları için bir fırsat gibi değerlendiren ülkeleri hariç tutmak gerekiyor. Ülkemizde pandemi sürecinde bile Kanal İstanbul ihalesi, Kazdağları, Salda Gölü, Olimpos, Muğla Tilkicilik Koyu, Hevsel Bahçeleri, Madra Dağı, Bursa Kirazlıyayla, Zilan Deresi, Hopa Cankurtaran, Halvori Gözeleri Milli Parkı, Maraş Çöleli, Melet Vadisi, Çeşme… Maden ocakları, HES, JES, RES, GES, Nükleer Enerji projeleri, millet Bahçeleri, taş ocakları, peyzaj projeleri, altın madenleri, turizm yatırımları…gibi doğa katliamları sadece birkaç örnek.
Kar için yapılan doğa talanının ekosistemi, hayvanların yaşam alanlarını yok ettiği ve bunun olası sonuçları farklı boyutlarıyla bu gün çok daha bariz. İlk günden beri kovit 19 pandemisine sebep olan koşullar arasında ormansızlaşma ve endüstriyel tarımın, hava ve su kirliliğinin altı çiziliyor.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre artan nüfus, fosil yakıt tüketimi kaynaklı kirlenen hava nedeniyle her 10 kişiden 9`u kirli hava solumaktadır.
Türkiye`de 60 milyon kişi kirli hava soluyor ve hava kirliliğine bağlı ölümlerin sayısı yılda yaklaşık 30.000`dir. Fosil yakıt kullanımı kaynaklı olan bu sağlık sorunu ülkemizde yoğunlaşarak artmaktadır. Türkiye`nin havası AB`ye göre en az %33.4 daha kirlidir. Hava kirliliği kaynağı olan fosil yakıt kullanım oranı ülkemizde %88`dir.
Türkiye’de aktif çalışan 28, hayata geçmesi planlanan 40 tan fazla kömürlü termik santral projesi var. Dünya bu kirli enerji kaynağından vazgeçerken, Türkiye yatırım yapmaya devam ediyor. Sağlık bilim kurullarınca solunum yolu rahatsızlıkları olan insanların pandemide birinci derece riskli oldu belirlendi. Bunun göz önüne alınarak fosil yakıt kullanımı derhal asgari düzeye indirilmelidir.
Hatalı kentleşme politikası, temiz hava sağlayacak hava koridorlarına çok katlı binaların yapılması, kent merkezlerinde yeşil alan miktarının azalması, toplu taşımanın yetersizliği ve ısınma amaçlı kömür tüketimi de kentlerde hava kirliliğine yol açan ana unsurlar arasındadır.
Türkiye’de 30 cm derinliğindeki topraklardaki orman alanlarında bir hektarda yaklaşık 55 ton/yıl karbon depolanırken bu rakam meralarda 40-42 ton/yıl civarında. Tarım alanlarında ise 40 ton/yıl’ın altına düşüyor. Bu alanlar yapılaşmaya açıldığında veya ormanları maden için açıldığında, toprakta depolanmış olan karbonun da atmosfere gitmesine neden olunuyor.
Türkiye’de meralar da çok bozuk ve yapılaşma tehdidi altında. Meralar ıslah edilerek tutulan karbonun miktarını daha da artırmak gerekir. Böylece hayvancılık da gelişir. Tarım alanlarında ağaçlık alanlar son derece az. Yol kenarı ağaçlandırmaları, tarım alanları arasında ağaç grupları oluşturmak gibi yine ağaç varlığını artırarak tutulan karbon miktarını artırmak mümkün.
Türkiye’nin 2017 değerlerine göre bir yıllık sera gazı salımı 526 milyon ton karbondioksit eşdeğeri. Sadece ormanlarımızın yıllık olarak tuttuğu 50 milyon ton karbondioksit eşdeğeri civarı yani ancak %10’u kadarını tutabildiği anlamına geliyor. Türkiye’nin verimli orman alanları ise tüm yüzölçümün %15’i kadar. Seyrek, bozuk tabir edilen ormanlar da var. Ancak onların karbon tutma kapasitesi çok düşük.
2004’te maden yasası değiştikten sonraki verilere göre yaklaşık 120.000 hektarlık orman alanının madencilik faaliyetlerine açıldığını ve ormanların parçalandığını görüyoruz. Tarım ve mera alanlarını dahil edersek bu rakam daha da artıyor.
Enerji ihtiyacımız var gerekçeleriyle, madenciliğe verilene yakın bir alan, enerji yatırımlarına ayrıldı. Mersin’deki nükleer santral orman alanlarının üzerinde yapıldı. İğneada’da yapılması planlanan nükleer santral yine orman alanının içinde. Karadeniz’deki HES’leri, RES’lerin özellikle elektrik nakil hatları ve ulaşım yolları ormanları parça parça ediyor. Ormanda elektrik nakil hatlarının olması aynı zamanda orman yangınlarına da sebep oluyor. Hem geçen yaz Ege ve Akdeniz’de çıkan yangınlarda hem Aralık ayında Karadeniz’de çıkan yangınlarda, elektrik nakil hatlarının birbirine sürtmesinden çıkan kıvılcımların neden olduğu ne yazık ki gündeme dahi gelmedi.
İklim krizine ve biyolojik çeşitliliğin korunmasına ilişkin sera gazı azaltımı konuları kamuda ve kamuoyunda karşılık bulmuyor. Örneğin Kanal İstanbul’u, 3. Köprü ve İstanbul Havaalanı projeleriyle birlikte değerlendirirsek en az 10.000 hektarlık ormanlık alan yok oldu. Bunun seragazı salımlarına artan etkisi hiç değerlendirilmedi.
Dünya genelinde her yıl ortalama 3.3 milyon hektar orman yok oluyor. Bu küresel ölçekte bir değerlendirme. Tropikal yağmur ormanları özelinde ise 5 milyon hektarın üzerinde bir azalma var.
Avrupa Komisyonu, yağışsız bir ilkbaharı geride bırakan Avrupa’da yaz döneminde yüksek orman yangını riski bulunduğunu açıkladı. Genellikle Güney Avrupa’da yaygın olan yangınların Avrupa geneline yayılması tahmin ediliyor. Yürütülen yeni bir araştırmanın sonuçlarına göre, iklim krizi ve insanların müdahaleleri sonucu dünya genelindeki ormanların yaşam süreleri ve boylarında da gözle görülür azalmalar meydana geldiği saptandı.
Doğanın bize sunduğu hizmetleri kaybetmemek için sahip olduğumuz son fırsatı iyi değerlendirmeliyiz. Biyoçeşitlilik krizi gerçek ve oldukça acil. Önemli nokta ise, hâlâ çok geç kalınmış sayılmaz.
Doğa tahribatının maliyetli ve geri dönüşü zor olan etkileri var. COVID-19 bunun günümüzdeki en çarpıcı örneği.
COVID-19 salgını doktorları, hemşireleri ve sağlık uzmanlarını onlarca yıldır görülmemiş seviyede ölüm, hastalık ve psikolojik baskıya maruz bıraktı. Gelecekte oluşabilecek küresel salgınlarla mücadele için halk sağlığına ve çevre yönetimine yatırım yapılması, yaşanan acının kısmen azaltılmasına yardımcı olabilir.
Sağlık uzmanları, liderleri bu hatalardan ders almaya ve dünyayı daha güçlü, sağlıklı ve dayanıklı hale getirecek adımlar atmaya çağırıyor. Hükümetler, önümüzdeki 12 ila18 ay içerisinde, hangi alanlara ne miktarda yatırım sağlanacağını belirleyerek, belirtilen dönüşümü gerçekleştirme gücüne sahipler. Bu yıl gerçekleşecek uluslararası zirveler (10 Haziran’da gerçekleşecek G7 zirvesi, 18-19 Haziran’da gerçekleşecek Avrupa Konseyi toplantısı, 16-18 Ekim’deki IMF-Dünya Bankası toplantısı ve 21-22 Kasım’da gerçekleşecek G20 zirvesi), dünya liderlerine, ekonomik toparlanma programlarının, halk sağlığı üzerine inşa edilmesi için birlikte hareket etme fırsatı veriyor.
Sağlık uzmanlarının temel talebi, COVID-19 sonrası dönemi inşa ederken, bilim temelli bir yaklaşımla sağlığı önceliklendiren ekonomik toparlanma sürecinin gerçekleşmesi. Bu toparlanma programlarının, hem akciğer, kalp ve diğer organları zayıflatan hava kirliliğini önlemeye yönelik olması; hem de kuraklığa, aşırı sıcaklığa, sele, yangına ve hayatı tehdit eden yıkımlara neden olan emisyon artışında önemli ölçüde azaltım sağlaması gerekiyor. Toparlanmanın sağlıklı şekilde gerçekleşmesi, hükümetlerin sürdürülebilir ve yenilikçi sanayilere, iş kollarına, gıda üretimine ve tedarik zincirlerine yatırım yapmasını gerektiriyor. Sağlık uzmanları, bu dönüşümün gerçekleşmesiyle, liderlerin sağlıklı beslenme, yenilenebilir enerji, yürüyüş, bisiklet ve sıfır emisyonlu toplu taşıma ile doğanın radikal şekilde yenilenmesini teşvik eden yatırımların yanı sıra, insanların, ekonominin ve gezegenin sağlığını destekleyen diğer olumlu değişikliklere yol açacağını belirtiyor.
Sürdürülebilir bir dünyaya dönüşüm için gezegenimize bindirdiğimiz yükü hafifletmeliyiz. Bunu başarana kadar gelecek nesillerin mirasından çalmış oluyoruz.
Şayet salgın bizi küresel ölçekte bağlayan bağların daha derin olduğunu ortaya koyabilirse, insanlığın iklim kriziyle başa çıkmasına yardımcı da olabilir. Belki de salgın, toplumları uzun vadede iklim krizi üzerinde çalışmaya daha istekli hale getirecek değişiklikler üretebilir.
Artık yaşamı sağlıkla idame ettirmenin gezegenin sağlığına bağlı olduğunu her zamankinden daha açık şekilde görüyoruz. Toparlanma sürecine girerken, bizleri daha fazla zarar görmekten koruyan bir sistemi inşa etmemiz gerektiğini görmezden gelemeyiz. Bu sebeple hükümetlerin, kurtarma paketlerini değerlendirirken, halk sağlığını dikkate almaları, insan sağlığı üzerinde doğrudan etkileri bulunan çevre standartlarında esneklik sağlamak üzere şirketlerin baskılarına boyun eğmemeleri gerekiyor. Yaşanan kriz, işlerin her zamanki şekliyle yürütüldüğü düzene geri dönmek yerine, insanları ve gezegeni koruyan bir gelecek yaratmak için cesur adımlar atmanın zamanının geldiğini gösteriyor.
Chomsky “dünyası yok edilen Greta Thunberg’ler ve 14 yaşındakiler dünyayı kurtarmaya çalışıyor, eski nesil ise onlara ihanet ediyor” diyor.
Salgın günlerinde bile Dünyada ve Türkiye’de devam etmekte olan ekolojik yıkım gösteriyor ki sermaye, hükümet(ler) salgından hiçbir ders almadan yollarına devam ediyorlar. Sonuçta, sistemin varlığını borçlu olduğu talan hız kesmiyor. O nedenle 7 sene önce Gezi Parkında “Mahalleme, Meydanıma, Ormanıma, Ağacıma, Köyüme, Kentime, Suyuma, Toprağıma, Parkıma, Yaşam Alanlarıma DOKUNMA” sloganlarının ne kadar haklı ve bu gün de hala geçerliliğini koruduğu görülerek, yaşam hakkımızı geri kazanmanın ve gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakabilmenin tek yolunun birleşik mücadeleden geçtiğini 5 Haziran Dünya Çevre Gününde bir kez daha vurgulamak gerekmektedir. ”
EKOLOJİ SERVİSİ