Yeşim Coşkun
Siyah ya da beyaz, Türk ya da Kürt. Koyu katolik bir Hristiyan ya da Yahudi bir Musevi. Alevi ya da Sünni. İçinde bulunduğun toplumun ırkçı söylemlerine, davranışta ve yaşayışta vicdanen ses olmadığında #blackouttuesday bir şovdan ibaret kalır
Ulus-devlet, meşruiyetini bir ulusun belli bir coğrafi sınır içindeki egemenliğinden alan devlet şeklidir. Devlet politik ve jeopolitik bir varlık, ulus ise kültürel veya etnik bir varlıktır. (Vikipedia)
19. yüzyılla başlayan ulus-devlet dönemi kendi kimliğini oluştururken kendi yüceliğine üstünlüğüne vurgu yapar. Her ulus, kendi üstünlüğünü sunarken kendi sınırlarını kutsal denecek kadar özel sayar. Bu sınırın bir yabancı tarafından ihlal edilmesi ölümle sonuçlanabilir ve bu meşrudur. Aynı dili konuşmadığı kişilere her türlü tedbiri alma hakkı vardır. Başka bir devletin ise buna karşı çıkma hakkı yoktur. 19. yüzyılla başlayan bu ulus-devlet modeli çerçevesinde tarihe baktığımızda dünya genelinde birçok ülke etnik temizlik yapmıştır.
Bugün itibarıyla kapitalizmin tüm nimetlerinden faydalandığımız sosyal medya ve iletişim ağları sebebiyle bu tür girişimler çabuk deşifre edildiğinden toplu soykırımları ve ya sosyal ya da kültürel tüm imhaları yapmak o kadar kolay bir seçenek olmuyor. Tabii bu demek olmuyor ki ulus-devlet modeli ve politikası değişsin. Şekil değiştiren bir sistemden bahsediyoruz. Politikasını her koşulda yürürlüğe sokabilen bu oluşum, psikolojik ve stratejik tüm argümanlarını bir silah olarak kullanmaya devam eder. Kanunlar ya da yasalar bu ulus-devlet dönemi içerisinde sadece renk tonunu değiştirir. Artık renk kırmızı değildir de daha yumuşak görünen pembedir. Pembe; kameraların olmadığı alanlarda darp, tehdit, ölüm, tecavüz ve hırsızlıktır. Bizzat her devletin kendi politikası çerçevesinde yapılan bu denetimli pratikler kısmen kontrol altına alma, çoğunlukla ise salıverilme ile sonlanır. Yaşanan her olay hızla unutturulur çünkü yeni ve çok ses getiren başka bir olay gündem olur. Bunların hepsi olmasa da çoğunluğu stratejik olarak hesaplara tabidir.
Tüm hesaplamalarla beraber kapana kısıldığımız bir karantina sürecinde birçok insanın evine hapsolduğu bir süreçte ne kadar kötü bir şey yaşayabiliriz ki? sorusu çocuk masumiyeti zamanlarında kaldı. Daha ne kadar kötüsü olabilir ki? dediğimiz her an daha da kötüsü oluyor. Dünya genelinde bahçelerinde, kapılarının önünde oturan insanlar darp ediliyor, maske zorunluluğuna uymayan kişiler ayarsızca şiddete maruz kalıyor. Tüm insan ilişkilerinin tahammülsüzleştiği, tansiyonun fazlasıyla yükseldiği (aslında bilinçli olarak yükseltildiği) asla sonuç vermeyecek kararların azizliği ile müthiş bir ırkçılık ve potansiyel katillik devlet yoluyla yaşamımıza empoze ediliyor. Karşıt bir görüşü savunmak bir yere dursun, kendini ifade etmek dahi sosyal mecrada tutuklanma sebebi sayılan bir coğrafyada korku dayatması altında fikrin ve kişinin hak ve özgürlük sınırlarına bir ırza geçme eylemine dönüştü. Söylenebilecek her şeyin hakkında ve aleyhinde bir sonuç getireceği düşüncesi ile kişisel ahlakından ve sahip olduğunu düşündüğü her şeyi kaybedeceğinin korkusu ile hareket eden büyük çoğunluğun vicdanı terk edip sadece ayakta kalmaya odaklandığı bir hiyerarşi içinde devam ediyoruz. Yer yer sesimiz çok yüksek çıkıyor ama sadece bir sure…
Gezi Direnişi ile övünen, örnek alan, içinde yer alan, savunan herkesi değerli bulmakla birlikte artık ulusal bayramlar gibi anmalara çevrilmiş paylaşımları ise çok sahte buluyorum. Eylemin içeriği, sesi ve gücü tartışılmaz bir netlikle ortada duruyor. Fakat iyi analiz edelim yıllar içinde devlet parka yine istediği gibi sahip oldu ve Taksim bir beton yığınına dönüştürüldü. Biz ise her yıl aynı zamanlarda bir foto ile anı sabitliyoruz. Öldürülen gençlerin isimleri etiket haline getiriliyor. Herkes saygı duyuyor, çok güzel. Ne kadar? Yılda bir kez. Ülke genelinde bu saygıya tabi olmayan birçok kayıp yaşanıyor bu sırada. Ona da geleceğim ama öncesi şu boş imajinasyonu iyi okumak gerekiyor çünkü Amerika’da her yıl 11 Eylül olaylarını (bir gün ve bir fotoğrafla) bu basitlikte anıyor. Aynı basitliği günümüz çerçevesine hashtaglerle ve paylaşımlarla süsleyerek devam ediyorsunuz, ediyoruz ya da…
Geçen hafta çok kötü bir şey oldu. George Floyd, Minneapolis-polis memuru Derek Chauvin’in 8 dk. 46 saniye boyunca George Floyd’un boynuna diziyle çökmesi nedeniyle öldü. 5 dk. boyunca 16 kez nefes alamıyorum diyen George’u asla umursamayan polis, işinden zevk alan soğukkanlı bir katil gibiydi. The New York Times’ın 1 Haziran’da yayınladığı görüntüleri izlerken öfke nöbeti geçirir gibi titredim. Bu benim ilk titremem değil ama video boyunca aynı cümleyi tekrarladım: İnsan olmak neden bu kadar zor? Bu cümleyi yaşadığım onca deneyim ve bu coğrafyada olmanın lüksü ile yıllardır sürekli tekrar ediyorum. Fakat bundan daha kötü daha iğrenç ırkçı saldırılara da şahitlik ettim. Daha kötüsünü gördüğüm için buna şaşırmamak beni deneyimli kılmıyor, iyi ki… Alışmak; hissiz, tabii olmuş, duyarsız, ruhsuz ve kötü bir insana dönüşmek tam bu andan geçiyor. 2015te ülke genelinde yaşanan patlamalar ve akabinde söylenen “Alışacaksınız” söylemini unutamıyorum. Alışmadım, alışmayacağım, ben insanım. İnsani duygularımı köreltmeyeceğim. Videoyu başa alıp bir daha izliyorum, telefonu ile yoldan geçen bir vatandaşın duruma müdahale etmesi için çırpınıyorum. Kimse etmiyor, edemiyor. Önünde dikilen polis memurunu kimse psikolojik olarak aşamıyor. Özgürlükler ülkesi olan, adına şarkılar yazılan Amerika’da, kimsenin kimseye dokunma hakkı olmadığı bu ülkede iki polis orantısız güç gösterisini savunmasız biri insan üzerinden gerçekleştiriyor.
Dün Twitter’da aklıselim olarak bu durumun içinde nasıl düşünülmesi gerektiğini vurgulayan bir tweete rastlıyorum diyor ki: “Kapitalizmi Sömürgecilikten ayrı değerlendirebilmek imkansız. Sömürgecilik de doğası gereği ırkçıdır. Irkçılık kapitalizmin bir parçasıdır. Alt gelir grubu Beyazlar, ırkçı olmaya devam edecekler. Bu açıdan baktıkça da asıl hadiseyi, yani sınıf savaşını fark edemeyecekler.”
Hadi bunu bize uyarlayalım: Kültürel farklılıkları bir kenara bırakırsak çok benzer bir ırkçılığı beslediğimizi ve bunu her gün yaşattığımızı görmemek körlük olur. Siyah ve Beyaz’ın sorunu bizim coğrafyamızda dil, köken, görüş ve inanç olarak her gün birçok can alıyor. Fakat körlük büyük ölçüde bizim ülkemiz için sahih değil, aksine seçimdir.
Bu körlük içinde bulunduğum sanat alanı ya da tüm sahne sanatlarını kapsayan bir seçimdir. 2 Haziran’da tüm İnstagram hikayelerini kendi içinde yas ilan ederek hashtaglerle donatan #blackouttuesday paylaşımları şaşırtmamakla birlikte itici geldi. Kınamıyorum, yargılamıyorum ama tam da üstte alıntıladığım tweetin içeriği doğrultusunda kendi coğrafyasında olanlara konumundan ötürü görmezden geldiği bu anlayışla Amerika’daki ırkçı ayrımcılıkla ilgili paylaşımlarınla tam olarak kimi özgür kılacaksın? sorusunu sorarlar insana. A ülkesinin devlet opera çalışanı olsan da B ülkesinin devlet destekli oyuncusu olsan da C ülkesinin Oscarlı oyuncusu olsan da seni özgür ve vicdanlı kılacak şey bu paylaşımın olmayacak. Klavye şovunun sunduğu özgüven ve yanındakini yok sayıp uzaktakine empati popülarizmi, evrakta sahtecilik gibi duruyor. Benim için bahsi geçen tweetteki alt gelirli beyazlar, kendi içinde bulunduğum ülkenin sanat icracılarıdır. Okuyan, dans eden, sahne alan, müzik yapan beyazlardır. Şunun da altına çizeyim: George Floyd paylaşılmalıdır! Dünyada ırkçılığa maruz kalmış her durumun ve kişinin vicdanen sesi olunmalıdır.
Ama görmezden geldiğin Kemal Kurkut, Mehmet Ayvalıtaş, İbrahim Layık gibi isimler kendi ülkende olup bitenlere karşı başka bir ırkçılığın tavrıdır. İsimleri say say bitiremem çünkü bu ülkedeki bütün isimler, tek bir storyde birleşse buradan Amerika’ya yol olur.
Siyah ya da beyaz, Türk ya da Kürt. Koyu katolik bir Hristiyan ya da Yahudi bir Musevi. Alevi ya da Sünni. İçinde bulunduğun toplumun ırkçı söylemlerine, davranışta ve yaşayışta vicdanen ses olmadığında #blackouttuesday bir şovdan ibaret kalır.
Kendi coğrafyasına Amerikan rüyası gibi uzaktan bakanlar asla özgürleşemez, özgürleştiremezler.
Büyük sınamalardan geçtiğim bu iki yıl boyunca sindirmeden üstünden geçtiğim çok az şey oldu. Bayraklara, uluslara, inançlara, unvanlara ve liderlere olan inancım bitti. Bu sebeptendir ki bu minvalde gördüklerimi ciddiye alamıyorum.
Lars Svendsen’in “Kötülüğün Felsefesi” kitabından sevdiğim bir alıntı ile bitiriyorum.
“Özgür irade olmaksızın, ahlaki kötülük kesinlikle var olmazdı.”