Devletin yeni elitleri, dost-düşman siyasetiyle yurttaşları önce bölüyor (böl-yönet), sonra karşıtına düşman hukuku uyguluyor, itiraz edenleri de ‘bölücü’ olarak yaftalıyor. Yani iktidar Bir’i tanımlıyor, bunu reddeden Çok’u ‘bölücü’ olmakla suçluyor. Cumhurbaşkanı R.T Erdoğan anlatıyor (1): “Milletimizi köken ve inanç hatta cinsiyet ayrımı üzerinden bölme gayretlerinin hız kazanması iki asırlık bir oyunun yeniden tedavüle sokulma çabasından ibarettir.” Bakalım kadınlar için ne yapılmış 17 yılda? Kadını kamusal alandan dışlayıp özel alana göndermek, ev içi mekânları, tatil yerlerini, uçak ve tren koltuklarını ve hatta okul dersliklerini bile cinsiyete göre ‘bölmek’… Bir tarafta özdeşlik diğer tarafta karşıtlık üretmek… Ne var ki bunlar ‘bölücülük’ değil!
Diyelim ki AKP’nin istediği gibi, zaman ve mekânı cinsiyete göre böldük, hatta “ekonomik özgürlük” parantezini de kaldırdık (2). Bu durumda kadınların payına düşen ne olur? İlk olarak, kadınlar ‘ekonomik özgürlük teranelerini’ bırakıp, emek piyasalarından çekilip evlerine dönerler. Kadın gelirini, hane ikinci gelirini kaybeder, eşine ekonomik olarak bağımlı olur, onların bıraktığı eski ve yeni işlere erkekler yerleştirilir. Evdeki kadının tek işi evi çekip çevirmek olur. Bu kadının görünmeyen emeğidir, değerli görülmez.
Ataerkil ikinci buyruğa göre kadınlar “kutsal anne” ve eş olmanın bir gereği olarak eve duygusal emek verirler. Kadınlar evin hiç bitmeyen işlerine itiraz etmeyerek kendini baskılar, işyerinde her türlü sömürü ve baskı altında çalıştırılıp eve dönen erkeğin öfkesini yatıştırırlar. Sancar’a göre ataerki, erkeğin kadına şiddet kullanmasını da hoş görür, bu da “üretime koşulmanın bir tür telafi stratejisidir”(3). Kapitalist yaşam tüketme arzularını kışkırtır. Bu bağlamda üçüncü olarak kadınlar sıkı tüketiciler olur ve haneyi çokça borçlandırırlar.
Türkiye’de her toplumsal kesimden milyonlarca kadın, çalışıyor olsa dahi, benzer bir yaşam sürdürüyor, varsa güvencesiz işler, ev işleri ve alışveriş arasında sıkışıp kalan bir yaşam… Yeni elitlerin kadınlara dair imgeleri, onları başkalarını görmek, duymak ve onlar tarafından görülüp duyulmak olanağını ellerinden alıyor. Kanımca kadınlara reva görülen bu yaşamı en iyi Arendt’in (4) tümceleri anlatıyor: “…Tümüyle özel bir yaşam sürdürmek hakiki bir insan yaşamı için özsel şeylerden yoksun kalmak demektir…” “… başkaları tarafından görülmenin ve duyulmanın sağladığı gerçeklikten, başkalarıyla ortak bir şeyler dünyası aracılığıyla birleşmenin ve ayrılmanın sağladığı “nesnel” bir ilişkiden, yaşamın kendinden daha kalıcı bir şeyler başarma olanağından yoksun kalmak demektir…”
Kuşkusuz başka kadınlar da var: Türkiye’nin mahzeninde yaşayıp, saldırgan erkek dünyasının tehdit, fiziksel saldırı, istismar ve ihmal, taciz ve tecavüzlerine, erkek cinayetlerine maruz kalan gözleri taşsız yüzüklere dönüşmüş yoksul kadınların gerçekleri ise yürek yakıcı… Politik yaşamın kıyısında konumlanıp Kürt dili ve kültürünü eşitlik, adalet ve özgürlük ilkeleriyle yoğuran, bu doğrultuda eyleyen, bunun bedelini yıllardır an itibariyle cezaevine giriş ve çıkışlarla ödeyen Kürt kadınlarını, Cumartesi Anneleri’ni nasıl unutabiliriz?
Kadınları, üreme ve boş tabak ve bardakları izlemekle görevlendiren ataerkil kodlar, aynı zamanda imkânsız bir iktidara karşılık gelir. Erkeklik stratejileri, eşitliğin ve adaletin olmadığı bu mikro yaşamda çöker… Çünkü baskı ne denli büyük olursa olsun, yaşamın sonsuz sayıda olumsallıkları, yaratıcıkları, alternatifleri ve bağlantıları vardır. Eş başkanlık ve eş sözcü görevleri, kadınların geçmişte karşılaştığı adaletsizlikleri telafi eden kotalar, toplantılarda kadınların konuşmalarını özendiren ek süreler, pozitif ayrımcılıklar vb. güçlendirici pratiklerle kadınlar, erkeklerin işgaline uğramış zamanlarını ve mekânlarını geri alabilir ve ortak mefhumlar üretebilirler.
Çalışma yaşamı da dahil olmak üzere kadının hem “düşünce” hem de “kapladığı yer” itibariyle içsel fazlalılığını yaşama taşıyabileceği gücün farkındayız. Kadınlar erkeğin sahip olduğu zamana sahip olabilir ve evden uzağa, hatta çok uzağa dağılabilirler. Yaşadığımız coğrafyada engellenmiş kadın bedenlerinin Spinoza’dan esinle ne yapabileceğini henüz bilmiyoruz. Öyle kadın bedeni ne bütündür, ne de parçalı, salt bir “oluş süreci” olarak anlaşılmalıdır. Yani bedenler, ne olduğu ile değil ne yapabildiği ile düşünülmelidir (5). Kuşkusuz ifade edilen her söz erkeklerle de ilgilidir. Etik buyruğumuz bize, farklı kimlikleriyle tüm bedenlerin aslen birbiri ile bağlantılı olduğunu göstermelidir. Kadınlar olarak ‘şimdi ve burada’ maddi dünyamızı birleştiren farkları ortaya koymalı, normatif tüm anlayışları reddederek yeni bağlantılar, işlevler bulmalı, yeni yeğinlikler ve akışlar üretmeliyiz.
Dipnotlar:
(1) https://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-haberler-cumhurbaskanligi-kabinesi-toplandi-cumhurbaskani-erdogan-aciklama-yapacak-41514855
(2) https://www.milliyet.com.tr/siyaset/aile-kurumu-yikilarak-kadin-ozgurlestirilmez-2206472
(3) Sancar, Serpil (2013) Erkeklik: İmkânsız İktidar Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler, İstanbul: Metis Yayınları
(4) Hannah Arendt, (2012). İnsanlık Durumu Seçme Eserler 1, İstanbul: İletişim Yayınları.
(5) Hannah Stark, (2018) Deleuze’den Sonra Feminist Teori (Çev. Yonca Cingöz) İstanbul: Otonom.