ÇHC’nin emperyalist-kapitalist dünya düzeninin hegemonyasına ve uluslararası kurumlardaki Batılı çoğunluğa rağmen, hem belirli ölçüde bağımsız ekonomik gelişmesiyle yurt içinde yoksulluğa karşı büyük başarılar elde etmesi ve halkının ortalama satın alma gücünü artırması, hem de iş birliği ve altyapı yatırımlarına dayanan dış ticaret diplomasisiyle emperyalist güçlerin “arka bahçesinde” at koşturuyor olması, sadece ABD’nin değil, Avrupa’nın da tekel merkezlerinde “Argus bakışlarıyla” izleniyor. Ancak Avrupalı sermaye fraksiyonları henüz hangi tarafın gerçek “Hermes” olduğuna karar verebilmiş değiller.
Alman-Fransız sermaye sınıflarının AB çatısı altında dünya çapında düzen kurucu-koruyucu aktör olma çabaları, çoklu kriz ortamının yarattığı daralmaların yanı sıra, ABD ve ÇHC arasında keskinleşmekte olan çelişkilerce de sekteye uğratılma tehdidi altında. Hükümetlerce finanse edilen çeşitli araştırma kurumları, hükümet temsilcileri ve burjuva medyası arasında yürütülen tartışmalar, Avrupa’daki egemen sınıfların çetin bir ABD-Çin ikilemi karşısında kaldıklarına ve halihazırda Avrupai bir çözüm bulamadıklarına işaret ediyor. Gerçi bugünlerde ABD ve Avrupa burjuva basınını izleyenler Hong Kong ve pandemi bağlamında arada büyük farklar göremeyeceklerdir, ama konuyu yakından takip edenler iblisin detayda gizli olduğunu bilirler.
Avrupalı elitler Batı’nın liberal, daha doğrusu neoliberal ilerleme anlatısının çoktan sınırlarına geldiğinin ve en geç 2008 malî krizinden bu yana ABD ve Avrupa’nın küresel hakimiyet surlarında üstleri kapatılamayacak çatlakların oluştuğunun çok iyi farkındalar. ABD’nin ÇHC’ni siyasî-askerî araçlarla kuşatma politikası ve ÇHC yönetiminin buna kararlı direnç göstermesi sonucu oluşan “kapışma hâli”, Transatlantikçi veya Avrupacı olsun, AB’nin önde gelen sermaye fraksiyonlarının çıkarlarını giderek daha fazla zedeliyor. Bilhassa Çin piyasalarına girmek için devasa yatırımlar yapmış ve önemli tavizler vermiş olan ihracat sektörü, ABD politikalarının kendilerine büyük zararlar açacağını düşünüyor. O nedenle AB’nin ABD’nin ayrıştırma girişimine “Belirsizlik Toleransı” denilen bütünsel bir politika ile yanıt vermesi isteniyor.
Görüldüğü kadarıyla Alman ve Fransız tekelci burjuvazileri arasında iki temel kanı hâkim: Birincisi, Avrupa’nın dünya çapındaki değişimlerin bizzat parçası olduğu kanısıdır. İkincisi ise, ÇHC’nin iktisadî, siyasî, toplumsal ve kültürel açıdan Batı’nın istediği biçimde gelişmeyeceği gerçeğinin kabul edilmek zorunda olduğu kanısıdır.
Bu nedenle Berlin-Paris-Brüksel üçgeninde şu soruya yanıt aranmaktadır: Avrupa, Batı’nın hegemonik güç olduğu dünya ekonomisinin kurallarını ve değerlerini kabul etmeyen bir ÇHC’ni dünya düzeninin sabit parçası olarak kabul etmeli mi, etmemeli midir? Etmemesinin, asıl yükünü Avrupa’nın taşıyacağı büyük bir ticaret savaşına yol açabileceğini, dahası dünyayı nükleer çöplüğe çevirebilecek bir sıcak savaş tehlikesini artıracağını düşünenler az değil. Kabul etmesinin ise ABD ile olan çelişkileri derinleştireceğini ve AB üyeleri arasındaki çıkar çatışmalarını yoğunlaştıracağını biliyorlar.
Avrupa’nın bu ikilemi, belirsizliklere katlanabilecek güce erişemediği müddetçe çözümsüzlüğe mahkûm. Önümüzdeki yılların politikaları orta vadede bu ikilem ve Pasifik ihtilafının tehditleri etrafında şekillenecek gibi görünüyor. Bu da ezilen ve sömürülenler “Argus”u alt eden “Hermes” olana dek tarihi şekillendirenlerin egemenler olacağını gösteriyor.