Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı 1972 yılında İsveç’in Stockholm kentinde toplanarak ‘çevre’ kirlenmelerine karşı 5 Haziran günü ‘Dünya Çevre Günü’ olması karar altına alınır. Evet, o yıllarda da dünya üzerinde yoğun bir kirlenme söz konusuydu ancak günümüz 2020 yılı, 1972 yılına rahmet okutmaktadır. Birleşmiş Milletler aldığı benzer kararlarla adeta yok edilmesi gerekeni işaret etmek üzere kurgulanmış gibi. İnsan hakları, kadın hakları, hayvan hakları günleri bu duruma örnek teşkil etmektedir. Dünya üzerinde özellikle 1972 yılından sonra doğanın metalaştırılması adımları inanılmaz bir hızla yükselmiştir. 1992 yılında 22 Mart tarihinin Dünya Su Günü olması karar altına alındıktan sonra, 1996 yılında ‘Dünya Su Konseyi’ kurulmuş ve ardından suyun tamamen ticari bir meta olması sağlanmıştır. Şirketlerin çekip çevirdiği bir yapı olan bu konsey 2009 yılında Türkiye’de 5. Dünya Su Forumu’nu gerçekleştirmişti.
Bu forumun hemen ardından Türkiye’de ortaya çıkan şey ise tüm derelerin enerji üretim süreçlerine bağlanıp borulanması ve bentlerin ardına hapsedilmesi sağlandı. Forumdan feyz alan AKP hükümeti suyun metalaştırılması ve ticari değeri yüksek bir ‘mal’ haline gelmesinin hızlı adımlarını attı. Doğanın ve her türden yaşamın ileriye taşınmasındaki en önemli varlık olan ‘su’ doğadan çalınmış ve kontrol altına alınarak ekosistemler adeta yok oluşa sürüklenmiştir. Timsahlar avlarını yemeden önce göz yaşı dökermiş. Timsah gözyaşları deyimi bu nedenle literatüre girmiştir. 1972 yılında Dünya Çevre Günü kutlamaları bu gözyaşları içinde alınmış bir karar olma özelliği taşımaktadır. Farkındalığı yaratmak amacı taşıdığı söylenen bu yaklaşımın asıl hedefi, sermaye tarafından yok edileni ‘çevre koruma’ üzerinden görünmez kılma çabasını içermektedir.
Çevre sözcüğü kapitalist dünyanın kullandığı maskeleme sözcüklerinden biridir. Çevre denilince amaçlanan şey halkların algısında ortaya çıkan ‘yeşillik’ olgusundan başkaca birey değildir. Kent merkezlerini bu bağlamda yarıştırıp en yeşil kentleri tartıştırırlarken, kapitalist üretim süreçlerinde sermaye birikimine bağlanan ekosistemler tartışma dışı bırakılır. Oysa asıl olan ekosistemlerdir. Bu ekosistemlerin en önemli bileşenleri ise su, toprak, hava ve ormanlardır. Suyun, toprağın, havanın ve ormanların uğradığı sermaye saldırıları ‘çevre’ gününün sadece bir aldatmacadan ibaret olduğunu gözler önüne sermektedir. Bu sermaye saldırılarına karşı ise halklar sermaye devletlerine karşı yaşamı savunmak adına büyük baskılar altına alınırken, Antalya’da ormanları savunmak için şirketlere karşı mücadele yürüten Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu gibi katliamlara uğramaktadırlar.
7 yıl önce yine katledilmek istenen ağaçları korumak amacıyla İstanbul Gezi Parkı’nda çadırlarıyla nöbet tutan insanlara devlet, her hak arayışında olduğu gibi orantısız biçimde saldırmış ve insanların çadırları yakılmıştı. Bu saldırı insanlarda birikmiş olan öfkeyi açığa çıkarmış ve 3 gün 3 gece süren bir direniş İstanbul’u ve birçok kenti sarmıştı. Polis bu saldırılarda, biber gazını insanların gözlerine sıktı, tüfekle uzaktan biber gazı kapsülleri direnişçilerin kafalarına nişan alınarak ateşlendi. Bu saldırılarda 13 kişi gözünü kaybetti, kanser oldu. Toplamda 8 direnişçi yaşamını yitirdi. Direnişin başladığı 3. günün ardından gittikçe kalabalıklaşan ve yüzbinleri bulan insan seli polis ablukasını yıkıp Gezi Parkı’na ve Taksim Meydanı’na yerleşmişti.
Kapitalizm tüm dünya da sermaye çıkarına dokunan her direnişe benzer biçimde saldırdığı görülmektedir. Saldırılara karşı devletlerin hoş görüsü mahkemelere başvurulması, imza toplanması vb. noktasına kadardır. Ancak bu yolla sonuç alınmadığını halklar yaşadıkları deneyimlerle açıkça görmüştür. Genel anlamıyla insan ve doğa hakları için mevcut hukuk içine sıkıştırılmış bir hak arama yolu bir intihar iken, haklarımızı fiili olarak kullanmak insanlık onuru için vazgeçemeyeceğimiz bir yoldur. Halkların ve doğanın çıkarlarını korumayan bir hukuksal çerçeveye boyun eğilmesi yerine, meşru hakların fiili olarak kullanılması izlenecek tek seçenektir. Toplumların içinde yaşadığı bir coğrafyada hukuk sistemi eğer yurttaşın üstünde kendini konumlandırıp ben bilirimci bir yaklaşım içinde olduğu zaman ürettiği yasaların ve normların meşruluğu tartışmaya açıktır. Yasaların meşru kabul edilebilmesi için hukuk normlarının ‘kamusal alanda’ ‘demokratik kurumlar’ eliyle tesis edilmesi gerekir.
Meşruiyet ancak halkın yönetim ve karar alma mekanizmalarına katılımıyla sağlanabilir. ‘Yasal’ bir yönetim meşru bir yönetim anlamına asla gelmez. Meşruiyeti olmayan bir iktidar sadece korkuya, şiddete ve entrikaya dayanır. Demokratik meşruluk hukukun üstünlüğü ilkesiyle var olur. Bu durumun ortadan kalkması meşruiyet krizini ortaya çıkarır. Bugün Türkiye’de yasal bir iktidar olduğu söylenebilir ancak bu onun halkın çıkarlarını koruyan bir meşruluk anlamına gelmemektedir. Korku, şiddet ve entrika dolu bir yönetme anlayışı içinde olan iktidarın KHK’larla, Torba Yasalarla uygulamaya koyduğu yasaların ve bu yasaları uygulayan kurum ve kuruluşların meşruluğu sermaye tarafından onaylanmaktadır ancak bizlere göre böyle bir meşruiyet asla kabul edilemez.
Türkiye’de sermayenin planları tam olarak işlemektedir. Bu planlar insan onuru ve doğa hakları bakımından asla ve asla meşru değildir. Havzalara bölünen coğrafyada havzalar üzerinden bir sömürü mekanizması geliştirilmektedir. Havza planları ile hem doğal yapı hem de bölgede yaşayan insan ve diğer canlıların yaşam hakları gasp edilmektedir. Dünya üzerinde tüm boyutlarıyla bir iktidar merkezileşmesi yaşanırken, sayıları bini geçmeyen dev şirketler neredeyse dünyanın tamamını esir almış devletleri de bu eksende çalıştırmaktadır. Sermayenin küresel boyutta elde ettiği özgürlük hem emeği hem de doğayı inanılmaz ölçekte sömürüye tabi tutmayı sınırsızca sürdürmektedir.
Yeni Gezi direnişlerine olan ihtiyaç kapıya dayanmış durumda. Emekçi ve ezilen halklar yaşanan süreçten memnun değil. Yönetenler de bu durumun oldukça farkında. Bu nedenle yeni politikalar ortaya koyarak insanları nasıl köleleştirebileceklerinin hesaplarını yapmaktalar. Ancak Gezi Direnişi’nde açığa çıkan bir gerçek olan örgütsüzlük günümüzde katlanarak artmaktadır. Salgını bir fırsata çeviren sermaye saldırılarını azgınca genişletmektedir. Gezi Parkı’nın AVM’ye dönüşmesi engellenirken, büyük öfkeyi ortaya çıkaran doğa yağması ve emek sömürüsü o günden bu yana katlanarak arttı. Bir şey yapmalı! Büyük bir demokrasi cephesini açığa çıkararak saldırılara karşı yeni direnişleri yaratmak halkların ve doğanın acil ihtiyacıdır. Bunu savsaklayan, genişleme yerine dar olsun benim olsun türü yaklaşımlar acımasızca eleştirilip tecrit edilmelidir. Gün birlik ve mücadele günüdür…