Kırsal kesimdeki hazine arazileri ile ormanlık ve 2b vasfı kapsamındaki yerlerin tespitinin tamamlanmasının ardından buraların devlete gelir olarak kazandırılması çerçevesinde birkaç yıldır süren çalışmanın sonuçları ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan biri de Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yayla ve meralara ilişkin Valiliklere gönderdiği talimattır. Mera Kanunu’nun 1. maddesine atıfta bulunulan talimata “Daha önce çeşitli kanunlarla tahsis edilmiş veya kadimden beri kullanılmakta olan mera, yaylak, kışlak ve kamuya ait otlak ve çayırların tespiti, tahdidi ile köy veya belediye tüzel kişilikleri adına tahsislerinin yapılmasını, belirlenecek kuralları uygun bir şekilde kullandırılmasını, bakım ve ıslahının yapılarak verimliliklerinin artırılmasını ve sürdürülmesini, kullanımlarını sürekli olarak denetlenmesi, korunması ve gerektiğinde kullanım amacının değiştirilmesini sağlamak”tır deniliyor. Buna göre “mera yaylak ve kışlaklardan komisyonca tespit edilecek otlatma haklarına göre yararlanacak hak sahipleri bölgenin ekonomik durumu, otlatma kapasitesi ve otlatma süresi dikkate alınarak komisyonca her yıl tespit edilecek bir ücret ödemek”le yükümlü sayılıyor.
Ne demek bu?
Bundan böyle köylüler, kendi tapulu alanları dışında kalan -köy içi de dahil-alanlar üzerinde geçmişten bugüne gelen haklarını da yitirmiş oluyorlar. Devlet bu alanları istediği şekilde değerlendirme hakkını elde etmiş oluyor. Bu aslında kırsal alanın yeni bir denetime sokulması ve köylülerin tapulu arazileri dışındaki ortak alanlardan faydalanma imkanları da kısıtlanmış olmakla birlikte başka kişilerin bu alanda yararlandırılması ile köylü başka bir mağduriyete sokulmuş olacaktır. Daha da önemlisi, bu alanların istenildiğinde vasıfları değiştirilerek, taş ocağı, maden ocağı veya başka amaçlara da tahsis edilmesini ifade ediyor. Köylü ve kırsal kesim açısından yeni bir vergi anlamı taşıyor.
Ucuz iş gücü cenneti hesabı…
Hükümetin yeni kararıyla Covid-19 etkisinde yeni bir süreç başlıyor. Hedef, ciddi bir borç yükünün sürüklediği ekonomik krizin pandemi ile düştüğü girdaptan uzaklaşabilmek. Pandemi kaynaklı sorunlar Türkiye’yle sınırlı değil. Dünyanın ekonomik gidişatına dair peş peşe raporlar buna işaret ediyor. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch Ratings, “Coronavirüs şoku genişliyor” başlıklı raporunda, küresel ekonominin bu yıl yüzde 4.6 daralacağı öngörüsünde bulundu. ABD Merkez Bankası (Fed), Covid-19 salgını nedeniyle kapanan işletmelerin yeniden açılmasıyla genel ekonomik faaliyetin toparlanacağına dair umut olmasına rağmen görünümün son derece belirsiz ve toparlanma hızına ilişkin kötümserliğin etkili olduğunu bildirdi. Tüm bunlar emekçileri zor günlerin beklediğinin de işareti. Özellikle de Türkiye gibi ülkelerde… Asıl sorun işlerin açılmasının düşünüldüğü önümüzdeki süreçle ilgili. Sendikalı işçiler hariç -ki onlarda da ücretler ve sosyal hakların ne olacağı henüz belli değil- diğer tüm çalışma alanlarından son üç aylık ekonomik altüst oluşun yükünün çalışanların omuzlarına yükleneceği kadar işverenlere de önemli avantajların sağlanacağı sürpriz olmayacak. Bu süreci yeni ve ek vergi önlemleriyle hafifletmeye çalışan AKP iktidarının önümüzdeki dönemi avantaja çevirme hesaplarının altında en büyük koz olarak ucuz iş gücü geliyor. Özellikle FED raporunda da vurgulanan işlerin kısa vadede eski haline dönmeyeceği vurgusu da göz önüne alınırsa ki yüksek orandaki işsizlik, istihdamdaki düşüş, milyonları bulan göçmen iş gücü gerçeği emekçiler için daha yoğun sömürüye tabi tutulmalarının işaretleriyle dolu. Pandemi sürecinde işlerini yitiren binlerce küçük esnafın kapanması halinde durum daha da keskin bir hal alacak. Dahası, örgütlülüğün en kötü dönemlerini yaşadığı bir süreçte, daha fazla sömürü için serbest bölgeleri de aratacak pandemik tabelalı çalışma kampları hazır halde tutuluyor.
Sendikal örgütlülüğü zayıflatmada, serbest bölge uygulaması önemli bir işlev gördü…
‘Demokrasi adası’
Pandeminin en kritik sürecine girildiği genelde ortaklaşılan nokta. Dünyanın üzerinde titrer gözüktüğü sosyal mesafe, maske vs. önlemlerin üzerine bina edildiği “insanı yaşat” söylemleri, son günlerde Çin’den ABD’ye, İran’dan Macaristan’a, Hindistan’dan Türkiye’ye her yerde fışkıran polis şiddeti ve artan otoriterleşmeyle iyice çatırdamış vaziyette. Sağlıklı bir dünyadan çok otoriterliğin sağlığı daha öne çıkmış gözüküyor. Türkiye’de muhalif belediyelere yönelik kayyum atamaları ve kısıtlamalar, Çin’de Hong Kong Özerk Yönetimi yetkilerinin tırpanlamasına doğru ilerliyor. Yoğun bir otoriterleşmenin dört nala koştuğu, gazetecilerin, siyasetçilerin, eleştiri hakkını kullanan yurttaşların cezaevlerine tıkıldığı bir süreçte, iktidar ve ortağının, Yassı Ada’yı “demokrasi ve özgürlükler” adası olarak ilan edişine tanıklık ettik. Menderes’i idam eden anlayış, Menderes’in iktidar anlayış ile Menderes’i bugün savunan iktidarın anlayışının ne kadar benzeştiğini görmek isteyen bir bugüne bir de dönüp 1950’li yıllarına ve ekonomisine baksın… İki yanlış bir doğru etmez, üç yanlış hiç etmez…