Koronavirüs, zaten krizlerle boğuşan kapitalizmi iyice zora soktu. Salgını önlemek için gereken “fiziksel mesafe koşulu” kapitalizmin çarklarının en önemli dişlileri olan üretim, ticaret ve finansı durma noktasına getirdi. Çarkların uzun süreli durması, sermaye birikiminin sağlanamaması, kaçınılmaz olarak kapitalizmin sonunu getirecek bir hadisedir. Bunu engellemek için ilk hamle olarak, salgın tehlikesine rağmen toplum sağlığı da hiçe sayılıp emekçiler fabrikalarda, inşaatlarda, bankalarda çalışmaya zorlandı. Bir kısım beyaz yakalı ise evden çalışmaya yönlendirildi. Öldürücü olan ve hızla yayılan salgına kısa sürede çare bulmanın pek de mümkün olmadığı anlaşılınca sermaye, “normalleşme” adı altında, çarklarını döndürecek kalıcı çözüm yolları aramaya başladı.
Türkiye sermayesinin iki önemli örgütü MÜSİAD (Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği) ve MESS (Metal Eşya Sanayicileri Sendikası) salgına karşı “çarkları” koruma altına alacak iki farklı proje ortaya attı.
MÜSİAD’ın projesi “İzole Üretim Üsleri” adını taşıyor. Proje yeni değil aslında, 7 yıl önce ‘Orta Ölçekli Sanayi Bölgeleri’ olarak üzerinde çalışılmaya başlanmıştı. Bunlar, salgınla birlikte “İzole Üretim Üsleri”ne dönüştürülmüş ve hızla uygulamaya geçirilmesi hedefleniyor.
1000 ailenin ve yaklaşık 4 bin 500 kişinin yaşayabileceği şekilde tasarlanan İzole Üretim Üsleri, üretim alanı olmanın yanı sıra bir yaşam alanı olarak düzenlenmiş. Projede işçi ailesinin (kadın ve çocuklar da dahil) tüm fertlerinin (mesleki eğitim, staj, kadın istihdamı gibi adlar altında) üretim sürecine katılması amaçlanmış. Böylece işçiler ailece patron için çalışırken sadece salgından değil, dünyadan da izole edilmiş olacaklar. Projenin tanıtımında, buraların yalnızca salgın dönemi için geliştirilmediği, kalıcı olacağı da açıkça ifade ediliyor.
İşçiye sadece çalıştığı sürenin karşılığını ödeyerek, tüm yaşamını tahakküm altına almak, kapitalizmin tarihi boyunca sermaye sahiplerinin en büyük hayali olmuştur. 200-250 yıldır süregelen bu hayal, koronavirüs de fırsat bilinerek yaşama geçirilmek istenmektedir. Sözü edilen üs bölgelerine giren işçi ailelerinin tüm yaşamı, patronun denetimi ve belirlediği kurallar içinde olacaktır kuşkusuz. Yani örgütlenme başta olmak üzere yasalardaki yarım yamalak tüm özgürlükler ve hak arama yolları da ortadan kalkacaktır. Kısacası işçiler bu projeyle “modern” falan değil, bildiğimiz Orta Çağ köleleri ya da faşizmin çalışma kamplarının mahkûmları haline gelecektir.
MESS’in “MESS SAFE” projesi de yine salgın bahane edilerek ve teknolojiden yararlanılarak işçileri denetim altına almaya yöneliktir. Projenin gerekçesi, üretim hattında “fiziksel mesafenin” korunması olarak açıklanmaktaysa da takılacak ya da giydirilecek cihazlarla işçilerin her hareketi, saniye saniye denetlenecektir. Böylece işsiz kalma baskısı altındaki işçiler, yönetimin keyfi olarak arttıracağı iş yoğunluğuna uymak zorunda kalacak; uymayanlar “pranga” işlevi gören cihazlar sayesinde belirlenerek “performans”ı düşük olduğu gerekçesiyle işten atılacaktır. Yani MESS iş yerlerindeki işçiler, üzerlerine giydirilen “pranga” sayesinde MÜSİAD işçileri gibi köleleştirilmiş olacaktır.
Bu iki sermaye örgütü tarafından geliştirilen projelerin sadece bu örgütlere bağlı iş yerlerinde uygulanmakla kalmayıp, kısa sürede tüm iş yerlerinde kullanılacağını tahmin etmek hiç zor değildir.
Salgınla birlikte evden çalışmaya yönlendirilen beyaz yakalıların diğer emekçilere göre durumları daha iyi(imiş) gibi görünse de emek denetimi, iş yoğunlaşması ve emek sömürüsü diğerlerinden geri kalmamaktadır. Her gün işe gidiş ve dönüş sürelerinin evde geçiriliyor olması emekçiler açısından kuşkusuz olumludur. Ancak evden çalışmanın kalıcı hale gelmesiyle patronlar, iş yeri kirası, bilgisayar ve diğer büro malzemeleri, öğlen yemeği gibi masrafları emekçilerin üzerine yıkmaktadır. Öte yandan büyük çoğunluğu bilgisayar başında çalışan bu emekçiler, “pranga” haline dönüşen bilgisayar ve akıllı telefonlar sayesinde büroda olduğundan çok daha sıkı denetim altında tutulmaktadır. Buna karşın üretim ve hizmet sürecinde tek başına kalan, evden çalışanların, haklarını korumak için aynı işte çalışan diğer emekçilerle bir araya gelme ve örgütlenerek mücadele etme olanağı da ortadan kalkmaktadır.
Özetlersek, salgın sürecinde sermayenin “normalleşme” adı altında dayattığı çalışma rejimi, emekçilerin söz hakkını ve görüntüde de olsa onları “özgür” kılan koşulları tamamen ortadan kaldırmakta; teknolojiden yararlanarak despotizm, üretim sürecinde en üst düzeye çıkarılmaktadır.
Kapitalist üretim sürecinde (alt yapı), üretici güçler arası dengeye bağlı olarak belirlenen ilişkiler; devlet, hukuk, din gibi tüm üst yapı kurumlarını ve beraberinde toplumsal ilişkileri de belirler. Emek sömürüsü sayesinde varlığını sürdüren kapitalist üretim sisteminin hiçbir biçiminde işçilerin sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir çalışma düzenine gönüllü olarak rıza göstermesi beklenemez. Bu nedenle sermaye, demokrasinin egemen olduğu koşullar içinde işçilerle bireysel olarak da sınıfsal olarak da bir ilişki sürdüremez. Çünkü nihai hedefi onu egemenliği altına almaktır. Bunu engellemenin yegâne yolu ise işçilerin örgütlü mücadelesidir. Bu bağlamda işçilerin mücadelesi, sadece üretim sürecinde değil tüm toplumsal ilişkilerde de demokrasinin düzeyini belirler.
Koronavirüs gerekçesiyle “normalleşme” adı altında çalışma rejiminde emek denetiminin ve despotizmin artacak olması, tüm toplumda otoriterleşmenin artacağı ve demokrasiden daha da uzaklaşılacağının habercisidir. Unutmamalı ki iş yerinde faşizm koşulları inşa edilirken, toplumun hiçbir alanında demokrasiden söz edilemez!