İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Dr. Çağatay Tarhan’a göre sistem değişmeden koronavirüs ve benzeri salgınlardan kurtulmak zor görünüyor
M. Ender Öndeş
Koronavirüs sürecinin başından beri virüsün mutasyonlara uğrayarak evrimleştiği ve bunun süreklilik kazanabileceği söyleniyor; böylece durum neredeyse ‘kader’ gibi algılanıyor. Ama öte yandan milyonlarca insan da “Biz dünyaya ne yaptık da başımıza bunlar geliyor” sorusunu soruyor. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Dr. Çağatay Tarhan’a evrim süreciyle pandemilerin ilişkisini ve insanlık olarak çaresiz durumda olup olmadığımızı sorduk. Ortaya evrim teorisinin öneminden kâr esasına dayalı kapitalist sistemin sağlığımıza vurduğu darbelere kadar uzun ve öğretici bir söyleşi çıktı. İyi okumalar…
- Bilim ve Gelecek’teki söyleşinizde “Virüsün genetik yapısı değiştiğinde geliştirdiğimiz aşı işlevsiz mi kalıyor?” sorusuna, “Bunun yanıtı farklılaşan bölgeye göre değişir ama grip aşısından gördüğümüz kadarıyla evet, işlevsiz kalıyor” diye yanıt vermiştiniz. Ruhumuz kararıyor ama. Bu korkunç bir şey değil mi? Hep başa mı döneceğiz yani?
Doğru ama gripte aşının tamamen yetersiz kaldığını söylemiyoruz, sadece 1-2 yılda bir güncellenmesi gerekiyor. Bu da en azından şu ya da bu ölçüde süreç üzerinde kontrol sahibi olduğumuzu gösteriyor. Aynı şey muhtemelen Covid-19 için de geçerli olacaktır ve gripten ne kadar korkuyorsak ondan da ancak o kadar korkabiliriz. Virüsün bulaşıcılığı yüksek ama öldürücülüğünün sınırları var ve bu da çok önemli bir veri. Bizi hep başa döndüren şey aşı ve ilaç geliştirme hızının doğaya müdahale hızımıza yetişemeyecek olması. O yüzden bakılması gereken yer burası.
* Aslında küresel kapitalist dünyada şu anda iki net yol var. Biri, çok katı ve uzun süreli yasaklar/kısıtlamalarla yayılmayı kontrol altına almak. Sosyal devlet kurumlarını çökertmiş olan neoliberal kapitalizmin bundan pek hoşlanmadığını biliyoruz. İkinci ve vahşi olan yol ise, sıfır tedbir alıp “ölen ölür kalan sürü bizimdir” demek, ki bu da sosyal patlamaları tetikleyebilir. Şu anda uygulanan, size de bir tür oportünizm gibi gelmiyor mu?
Sürecin geneline bakıldığı zaman benim de gördüğüm tablo zamana yayılmış, kontrollü bir sürü bağışıklığı sağlamaya çalışmak. Eğer bir yerlerdeki aktörlerin bilinçli yaptığı bir şey varsa o da laboratuvarda virüs üretip salmak, birbirini çökertmeye çalışmak falan değil bu gibi görünüyor. Üstelik bunu işte diyelim Amerikalı muhafazakârlar birilerinin ölmesindense ekonominin işlemesi yeğdir diye açık açık söylüyor. Dolayısıyla takvimi belirleyen temel güdüleyici ekonominin zarar görmemesi. Türkiye’de de muhtemelen özellikle genç nüfusun fazla olmasına güvenilerek çalışan kesim işine gönderildi. Öte yandan bu yöntemlerle sürü bağışıklığı falan elde edilebilmiş de değil. Dünyanın çeşitli yerlerinde meşhur R0 değerinin salınıp durduğunu görüyoruz, inişe geçti denen yerde yeniden vakalar patlıyor, o nedenle istim üzerindeyiz ve bu ikinci, belki üçüncü ciddi dalgaların gelebileceğine dair en önemli işaret. O zaman ekonominin ne olacağına da, hala dinleyen kalırsa, bu insanlar yanıt verir.
- “Sürü bağışıklığı” denilen yöntem, virüsün olası evrimi açısından gerçekten anlamlı mı? Yani “şöyle üç-beş ihtiyarı feda edelim maksat dünya kurtulsun” dediğimizde, sözü edilen ‘bağışıklık’ bize özellikle mutasyonlar konusunda bir garanti veriyor mu? Yani virüsle “önüne bir miktar kurban atarak” bir anlaşma yapılabilir mi?
Sürü bağışıklığı teknik olarak illa ki birilerinin feda edilmesi anlamına gelmiyor, risk grubunda olanların izole edilerek toplumun %60-70’inin etkenle karşılaşması sağlanmaya çalışılıyor. Fakat Covid-19 özelinde bunu deneyenler durumun soğuk gerçekliği yüzlerine çarpınca çabucak geri adım atmak zorunda kaldı. Risk grubu denen kesimin sabit olmadığı bebeklerden tutun da orta yaşa kadar pek çok insanın kaybedilebildiği görüldü. O yüzden bu anlamda kısa vadede virüsle anlaşma yapmak hiç mümkün görünmüyor.
- Bugüne kadar bütün okuduklarımdan anladığım şey şu: Evrimin doğasını anlamadan, virüsleri, mutasyonları ve salgınları anlamak imkânsız. Evrim teorisini müfredattan bile çıkaran bir ülkede yaşamak ümit kırıcı bir şey değil mi? Ayrıca şu da ilginç değil mi? İdeolojik düzlemde evrim karşıtı olan kişi laboratuvara girince evrimin sonuçlarıyla boğuşmuyor mu? Yani canlıların hiç değişmediğini düşünüyorsanız mikroskopla ne işiniz olur ki?
İnsanların her zaman kendisinin dâhil olduğu parçanın bütünsellik içinde nereye oturduğunun ya da yaptığı işin bağlamının çok iyi farkında olabileceğini pek düşünmüyorum. Bilim alanında bu genelde iyi bir bilim felsefesi öğrenmemekle, biyoloji alanında ise özellikle biyoloji felsefesini kavramamakla ilişkili bir durum. Bilimselliğe ya da felsefeye de üniversite sınavında ya da para kazanırken çok işe yarayacak bir şey gözüyle bakılmaz. Bireysel düzlemde inancınız gereği bir takım ruhsal varlıklara inanabilirsiniz ama yaptığınız deneysel çalışmaların sonucuna bunların müdahale etmiş olabileceğini düşünmezsiniz, zira basketbol oynarken futbolun kurallarını uygulamaya benzer bu, bilimin dili farklıdır ve doğadaki olguları yalnızca doğadaki ilişki ve yasalarla açıklamaya çalışırsınız.
Laboratuvarda bir bakterinin antibiyotik direncini kırmaya ilişkin deneyler yapan bir evrim karşıtı, bakterinin mutasyon geçirdiğinin bilincindedir ama bunun evrimsel süreç içindeki bir uğrak olduğunu kabule yanaşmaz. Parça bütün ilişkisi kopmuş ve aslında bu anlamda yaptığı işe yabancılaşmıştır. Burada etkili olansa geleneksel, ideolojik, dini koşullanmalar olabilir. Dünyada 60’ın üstünde ülkenin bilim akademileri evrim bilimsel bir gerçektir, evrim teorisi de bunu en iyi açıklayan teoridir diye açıklama yapıyorken bir ülkenin yöneticisi çıkıp bu tartışmalıdır ya da adı üzerinde teoridir, çürütülmüştür diye evrim teorisini müfredata sokmazsa burada bilimsel bir kaygı falan değil düpedüz siyasi, ideolojik bir tercih söz konusudur. O yüzden bununla mücadelenin de salt bilim alanındaki doğruları sıralamakla değil, evrim karşıtlığının aslında başka bağlamlara oturduğunu teşhir eden ideolojik bir mücadeleyle el ele yürümesi kaçınılmazdır.
Bu anlayışın hâkim olduğu bir iklimin yetiştirdiği kuşakların evrimi kavraması bu yüzden daha sorunlu olabilir. Öte yandan, tüm bu bilinçli perdelemeye karşın, evrim bir olgu olarak o kadar çok durumda karşımıza çıkıyor ki görmemek imkânsızlaşıyor. İnsanlar buna sadece okul müfredatından değil, diyelim internetteki kaynaklardan, yayınlardan, belgesellerden ya da kitaplardan vb. ulaşabiliyor. Evrimsel bakışın olgusal süreçleri, canlılar arasındaki ilişkileri daha mekanistik ve anlaşılır biçimde açıklayabildiğini görüyor. O yüzden çok da ümitsiz olmayı gerektirecek bir durum yok.
- Son olarak, sürecin bütününe baktığımızda, tıp artık yalnızca hasta organizmayı iyileştirme eylemi üzerinden kendisini kurabilir mi? 170 yıl önce Virchow’un “Yukarı Silezya Raporu”nde yazdığı “hastalığı değil toplumu iyileştirme” tezini yeniden mi keşfedeceğiz? Daha doğrusu, yalnızca tıp değil bütün bilimlerin ve tabii ki siyasal sosyal kurumların tümünün insanı ve doğayı koruma, sağlıklı kalmasını sağlama diye daha geniş kapsamlı bir görevi yok mu? Ücretsiz tedavi hakkı için bile mücadele yürütülen bir dünyada, “hasta olmama, sağlıklı bir evrende yaşama hakkı”nı öne sürmek çok mu lüks oluyor acaba?
Görünene göre lüks oluyor ki dünya her geçen gün daha fazla biçimde parası olanın sağlık hizmetine daha kolay eriştiği, daha iyi eğitim aldığı, daha rahat seyahat edebildiği, daha iyi konutlarda oturduğu bir gezegene dönüşüyor. Sanıyorum tıp fakültelerinde halk sağlığı uzmanlığı pek revaçta değildir. Zira toplum sağlığını tehdit eden unsurlara yönelik önleyicilik, planlama, düzenleme daha çok bu alanın işi ve bu alanın önemi en çok bu tür salgın durumlarında anlayabiliyoruz. Ama işte bunu etkin bir şekilde harekete geçirmek yukarıda değindiğimiz gibi bu dünyaya, topluma dair belirli bir tasavvurun hayata geçmesine bağlı.
- Ve nihayet, doğayla ve kendi varlığımızla olan ilişkilerimiz açısından geri dönülmez bir noktada mıyız artık? “Doğaya hükmetmek”ten söz etmiyorum; en azından onunla uzlaşarak yıkıcı sonuçlardan korunmamız mümkün olmayacak mı hiç? Yoksa, artık toparlanamaz bir halde mi her şey?
Aslında Covid-19 sürecinde insan biraz ortalıktan çekildiğinde denizlerde, hava kirliliğinde ufak tefek bazı şeylerin çok kısa bir süre içinde nasıl değiştiğini kendimiz görebildik. Bunca yıkıcı etkinliklere rağmen tarihsel süreçte oraya buraya dağılmış sonuç veren doğayı iyileştirme örnekleri ve yöntemleri var. Kişisel olarak doğayla uzlaşı içinde yaşamanın kesinlikle mümkün olduğunu düşünüyorum ama sorun örneğin karbon salınımı biraz daha azaltılmış araçların her derde deva olacağı propagandasıyla, dönüştürülebilir plastik poşetlerin kullanılması ya da evsel su harcamasının minimize edilmesi propagandasıyla çözülebilecek bir sorun değil. Bu koca bir sistemin sorumluluğunu bireylerin üzerine yıkıp hedef saptırmaktan başka bir şey değil.
Bunlar ancak kapsamlı bir dönüşüme eşlik edecek önlemler olarak görülebilir. Kapsamlı değişimse yukarıda pek çok şekilde değindiğimiz başlıklarda kamucu, planlamacı, kar maksimizasyonuna dayanmayan, toplumun çıkarlarını gözeten bir toplum düzeni tasavvuruyla ilişkili. Bunun yolu da dünyadaki mali ya da üretim araçlarına sahip olan en varlıklı yüzde birlik nüfusun giderek toplam gelirin çok daha fazlasına sahip olmasıyla (zira yakın zamanda yapılan açıklamaya göre 2 bin zenginin serveti dünya nüfusunun yüzde 60’ının gelirinden fazla) ekolojik yıkımın, sağlık sistemindeki bozuklukların, salgınların, krizlerin sıkı sıkıya ilişkili olduğunu göstermekten geçiyor.
*Söyleşinin birinci bölümüne aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
https://yeniyasamgazetesi6.com/dogaya-karsi-zafer-aldaticidir/
BİTTİ