Kenan Azizoğlu
Musa Amca’yı yazılarından, politik geçmişi ve amcam Yusuf Azizoğlu’nun anlatımlarından tanıyordum. Hakkında çok şey biliyordum ama hiç karşılaşmamıştık.
Onunla ilk karşılaşmam 1990 yılında, Halk Gerçeği ile başlayan haftalık gazete çalışmalarımız döneminde oldu. Biz o dönem yola Halk Gerçeği olarak çıkmıştık fakat, daha sonra gazetemiz kapatıldığı için yola Yeni Halk Gerçeği’yle devam etmek zorunda kalmıştık.
Ne var ki bu çalışmamız da dönemin Sansür ve Sürgün Kararnamesi ve artan baskılar nedeniyle sona ermek durumunda kalmıştı. Bu kez yeni bir haftalık gazete çıkarmak için çalışmalara başlamıştık ve Musa Amca’yla yolumuz bu dönemde kesişti.
Sevgili Günay Aslan ile birlikte özgür basın geleneğinde bir dönüm noktası olan Yeni Ülke gazetesinin hazırlık çalışmalarını sürdürüyordu. Günay şimdi de koruduğu iyimserlikle Yeni Ülke’nin çok renkli ve çok sesli bir gazete olmasını istiyordu. Bu amaçla Musa Anter ve birçok tanınmış şahsiyeti kendi çabasıyla ikna etmişti.
Musa Anter ile ilk karşılaşmam Yeni Ülke gazetesinin yayın hayatına başlamasıyla oldu. Karşılaşır karşılaşmaz beni soru yağmuruna tuttu. İlk sorusu, ‘Sen Yusuf Azizoğlu ve Selim Azizoğlu’nun nesi oluyorsun?’ sorusuydu.
Sonra da ‘Sen Yusuf ve Selim kadar Kürt yurtseveri misin?’ diye soru vermişti. Doğrusu o dönem için bu soru bana biraz garip gelmişti… Garipti çünkü o dönem kendimi, tamam anlamıyla coşkulu ve hızlı bir ‘devrimci’ görüyordum zaten.
Yusuf Amca’mı tanıdığını biliyordum ama Selim dayımı tanıdığını bilmiyordum. Meğerse bir dönem dayımın eczanesinde çalışmış…
Hem dayımı hem de amcamı yakından tanıyor olması Musa Amca ile aramızda duygusal bir bağ oluşturmuştu ve yurtseverlikle yoğrulmuş bu özel bağ katledildiği güne kadar da sürdü.
Musa Anter apak saçları, uzun boyu ile çok heybetli bir görünüme sahipti.
Derin tarih bilgisinin yanısıra, entelektüel birikimi ile insanlar üzerinde anında etkili olabiliyordu. Nüktedan mizacı ve kıvrak zekası her konuşmada kendini gösteriyordu.
Yaptığı espriler ve hazır cevaplılığı ile herhangi bir toplulukla hemen ilgi uyandırıyordu.
Konuşma biçimi ve ses tonundan etkilenmemek mümkün değildi. Ayrıca hem Kürtçe’yi hem de Türkçe’yi çok iyi kullanıyordu.
Musa Amca tam bir Kürt beyefendisiydi.
İnsanlarla üstten konuşmaz, mütevazi davranırdı. Hangi yaşta olur ise olsunlar ve sosyal durumları ne olursa olsun, ayrım gütmez onlar ile arkadaşları gibi içten, samimi konuşurdu.
Kamuoyunda az bilinen bir özelliği de (bu yemeklerinden çok yemiş olmam itibarıyla söyleyebilirim ) çok lezzetli yemekler yapardı.
Musa Anter ile ara sıra yüz yüze, ara ara da telefon ile devam eden ilişkimiz sevgili Günay Aslan’ın yayın yönetmenliğindeki Yeni Ülke’de yazması ile başladı ve çok kısa sürede samimi ve güçlü bir bağa dönüştü.
Ape Musa daktilo kullanmazdı. Bu da gazetede çoğu zaman ‘sorun’ olurdu. Zira yazdıklarını okumak bir hayli zor oluyordu. Her seferinde bir kelimeyi ya da cümleyi telefonda sormak da olmuyordu. Bundan dolayı ara bir formül bulduk; gazeteden biri Musa Amca’nın Maltepe’deki evine gidecek ve yazıyı onun evinden yazacaktı.
Evimin ona yakın olmasından dolayı bu işi seve seve ben üzerime aldım…
Ona telefon açtım. Yazı için hazırlanmasını söyledim. ‘Bundan böyle yazı günü ben geleceğim, sen söyleyeceksin, ben de yazacağım’ dedim…
Çok sevindi…
Ve ardından, ‘nevale’ getirmeyi unutma dedi. Onun nevalesi ise bir şişe votka ve bir paket de Antep fıstığıydı…
Elimde ‘nevale’ kapıyı çaldım. Kapıyı kendisi açtı. Evde kimse yoktu. Kapıyı açar açmaz bana sarılarak başımı kokladı ve “senden Yusuf ile Selim’in kokusu geliyor” dedi.
Bu davranışı sona kadar sürdü.
Beni öpmezdi; sıkı sıkı kucaklar ve şefkatle, özlemle başımı koklardı. Öte yandan sürekli itirazlarıma rağmen, o eşsiz misafirperverliği ile bana yemek servisi yapardı.
Yazıları için herhangi bir yere not da almazdı. Yazıyı kafasında kurgular ve sözlü olarak söyler, ben de yazardım.
Söylediği sözleri yazarken, duraksadığım anlarda, ‘sanki sen de biraz sivrisin’ derdi. “Söylediğim sözü ‘liberal’ bulduysan ve hoşuna gitmedi ise gazetede değil, burada değiştir’’ der ve beni utandırırdı.
Musa Amca’nın hem yazıda hem de günlük hayatta bazı ‘muzır’ tarafları da vardı. Bir yazısında Türkiye’de 30 milyon Kürd’ün yaşadığını yazmıştı. Nazlı Ilıcak da yazdığı bir yazıda Türkiye’deki Kürt nüfus için 10 milyon demişti.
Musa Amca durur mu; “Kenan gel Nazlı Hanım’a tam Diyarbekir usulu yanıt verelim” deyiverdi.
O söyledi ben yazdım:
“Diyarbekir’in bıçkın delikanlılarından biri yoldan geçen güzel bir kıza laf atar; ‘Güzel kız güzel kız, o kiraz dudaklarından bir öpücük verir misin’ der. Kız delikanlıya kızgın kızgın bakar ve elini ayakkabısına atarak, ‘bunu kafanda paralarım’ karşılığını verir. Bıçkın delikanlı da anında cevabı yapıştırır. ‘Güzel kız, güzel kız ben çok üstten istedim, sen de çok alttan söyledin, gel ortada buluşalım’ der…”
Musa Amca muzır hikayeyi anlattıktan sonra yazısını “Nazlı’ya derim ki ben 30 milyon dedim, sen 10 milyon dedin, gel tam ortada 20 milyonda buluşalım” sözleriyle bitirdi.
Ape Musa’nın söylediği, benim yazıya döktüğüm süreç benim açımdan çok keyifli, öğretici bir süreçti. Akşam 17:00’de başlayan bu yazı işi gece 01:00’e kadar sürerdi.
Yazılarını 2 ya da 3 haftalık yazardı. Ama haftada bir onu ziyaret etmemi isterdi. İşlerin yoğunluğundan dolayı bu isteğini bazen sekteye uğratırdım.
Yine böyle bir sabah beni telefonla aradı. “Sen nerdesin? Neden gelmiyorsun?” diye sitem etti ve teli kapattı. Kızmıştı, bu siteminden ve ses tonundan belli oluyordu. Ben bunun, ‘sadece yazı için gelme, arada gel beni ziyaret et demek’ olduğunu anlamıştım.
Gitmeden aradım, “nevale de alıyorum geliyorum’’ dedim. Bana cevabı, “Yavrum nevale tarifesi değişti” oldu. “Yani” dedim. “Böyle ucuz votka ile beni mi kandırıyorsun, şöyle şerefli bir viski al da öyle gel” dedi…
Şerefli ve şerefli olamayan viskiyi de bu sayede öğrenmiş oldum.
Musa Amca’nın yazılarını alma dönemim günlük gazete Özgür Gündem’in çok önceden başlayan hazırlık dönemi ile mecburen son buldu.
Bu görevi, o dönem Yeni Ülke’nin Tanıtım-Reklam bölümünde çalışan sevgili Esra Çiftçi benden devraldı…
Musa Amca, Kürt Özgürlük Hareketi’ni destekler ama eleştirilerini de eksik etmezdi. “Bazıları sanki daha önce hiçbir şey yapılmamış gibi anlatıyor” der, kendi dönemlerinin ve emeklerinin görmezden gelinmesine bir parça kızardı.
Onu topluca ziyarete gittiğimiz bir gün buna ilişkin ders niteliğinde bir cevap vermişti.
Sakine Cansız ve Selim Çürükkaya cezaevinden yeni çıkmışlardı. Gazetemizi ziyaret ettikten sonra Musa Anter’i ziyarete gideceğiz demişlerdi. Sevgili Ferda Çetin, Diyarbakır’dan avukat bir arkadaş ve Öğretim Üyesi eşi ile (isimlerini hatırlayamadığım için özür dilerim) ziyaretine gittik.
Musa Amca bizleri görünce çok sevindi ve hemen derin bir sohbet başladı. Selim Çürükkaya uzun uzun Özgürlük Hareketi’nin yaptıklarını anlattı. Musa Amca sessiz sessiz dinliyordu. Selim Çürükkaya, “Biz mücadeliyi ‘sıfır’dan başlattık” deyince, sessiz sessiz dinleyen Musa Amca dayanamadı: “Yav kardeşim bu mücadeleyi eksi 30’lardan sıfır’a kim getirdi” diye adeta patladı…
Günlük gazete Özgür Gündem yayına başlamıştı. Musa Amca’yı ayda bir de olsa ziyaret ediyordum. Bir cuma sabahı telefon açtı. “Diyarbakır Belediyesi’nin daveti üzerine yarın Amed’e gidiyorum. Biraz ihtiyacım var. Bana ulaştırabilir misin” dedi.
Gazetenin dağıtım işini o dönem Birleşik Basın yayın yapıyordu. Ödemeleri cuma öğleden sonra çek ile alıyorduk. Banka yolu ile ona ‘ihtiyacını’ gönderebileceğimi söyledim. Musa Amca, ‘gecikir çekemeyebilirim, bu yüzden ben gazeteye geleyim, sizleri de görürüm” dedi.
Ödeme aldığımız cuma günleri benim için çok yoğun günlerdi. Birleşik dağıtımdan çek alımı, çekin tahsili, ödemeler için bankaya para yatırma vb. gibi işler uzamıştı. Akşama doğru anca gazeteye varabilmiştim.
Arkadaşlar Musa Amca’nın geldiğini ve Yaşar Kaya’nın odasında olduğunu söylemişlerdi. Ben hemen Musa Amca’nın ihtiyacı olan miktarı bir zarfın içine koydum ve Yaşar Kaya’nın odasına gittim. O da çok kalabalıktı. Odanın kalabalıklığı içinde herkese acele bir selam verdim ve elimdeki zarfı Musa Amca’ya bırakıp çıktım.
O gün ilk kez sarılmamış, kucaklaşmamıştık…
Bir saat sonra ben odamda işler ile uğraşırken, Musa Amca da kalkmış gidiyordu. Odamın önünden geçerken bana laf atmaya başladı.
Önce sitemli bir ses tonu ile ‘ere lav ere’ dedi. Sonra da yine o bildik nükteden haliyle, ‘’Ben şimdi Diyarbekir’e gidiyorum, ben o güzelim kuçeleri dolaşırken, sen de boş durma” dedi ve bir şeyi yüzüme doğru fırlattı. Ne oluyor dememe fırsat kalmadan tespihi yüzüme değdi.
“Al bu tespih de sana teselli olsun, ben Diyarbekir’in küçelerini dolaşırken, sen de bu tespih ile küçeleri dolaşır gibi yap” dedi ve kucaklaşmadan, sarılmadan gidiverdi.
Bunun onu son görüşüm olduğunu bilemezdim…
Gidişinden birkaç gün sonra çağrı cihazıma gelen mesaj ile beynimden vuruldum…
Musa Amca’yı katlettiklerini, o apak saçlarını kanlara boyadıklarını öğrendim.
O gece hiçbir uçak yoktu sabah 04:00 ya da 05:00 uçağı ile o dönemki Personel Müdürü Hayriye Eyisan ile Batman’a uçtuk. Amacımız cenazeye ulaşıp Musa Anter’e layık bir cenaze töreni yapmaktı. O zamanki Diyarbakır temsilcimiz Raif Türk ve Diyarbakır büro çalışanlarının tüm çabalarına rağmen, devlet yetkilileri, Musa Amca’nın yeğenine zorla imzalattırdıkları bir belge ile cenazeyi kaçırmış, onu yalnız gömmüşlerdi…
Ona cenaze töreni yapamadık, kendi ellerimizle onu ölümüne sevdiği topraklarda mezara veremedik ancak, bunun yerine yüreğimizin derinliğinde özel bir yere gömdük. Bizimle birlikte yaşamaya devam etti, ediyor…
Apê Musa özgür basın yolculuğunda yaşıyor.