Zaven Biberyan’ın ‘Meteliksiz Âşıklar’ romanı, iki gencin aşkının anlatımının yanında birçok boyutuyla okurun karşısına çıkıyor. Sur ve Norma’nın aşkı etrafında örülen roman, Türkiye siyasi hayatının bir Ermeni ailesinin üzerindeki etkisini de içeriyor
Ercan Kaplan
Zaven Biberyan; Ermenice edebiyatının, değeri bu dünyadan göçüp gittikten sonra anlaşılan müstesna isimlerinden biri. Sosyalist kimliği nedeniyle İstanbul Ermeni cemaatince hoş görülmez, bir tür tecrite maruz kalır. Çilekeş kelimesinin dile pelesenk olduğu bir hayatta yoksulluğu, çilekeşliği, yalnızlığı, sürgünlüğü, hapisliği yaşar. Anadili Ermenicede eserler yazmada hassas davransa da Ermeni çevrelerce önemsenmez. Devletin ise zaten ‘ilgisine mazhar’ bir yazardır. Türk basınının Ermeni karşıtı düşmanca tutumlarını eleştiren yazısı nedeniyle hapis yatar. Sonrasında ise Türkiye’de yaşamanın, iş edinmenin zorluğunu, engelini görünce Beyrut’a gitmek zorunda kalır. Ülkeye döndükten sonra Osmanlı Bankası’nda çalışır. Marmara ve Nor Tar (Yeni Yüzyıl) gazetelerinde yazarlık yaparak yaşamını idame etmeye çalışır. Türkiye İşçi Partisi’nden 1965 genel seçimlerinde İstanbul milletvekili adayı olur fakat seçilemez. 1968 yerel seçimlerinde yine Türkiye İşçi Partisi’nden İstanbul Belediye Meclis üyeliğine seçilir ve meclis başkan yardımcılığı görevini üstlenir.
Zaven Biberyan’ın Ermeniceden Türkçeye çevrilen üç romanı bulunuyor. Karıncaların Günbatımı isimli eseri ise yazarın en önemli eseri olarak kabul ediliyor. Yazar olmasının yanında Türkçeye, Ermenice ve Fransızcadan birçok eserin çevirisini de yapmıştır.
Hem Ermenice hem Türkçe edebiyatıyla ilgili eserler yayımlamaya devam eden Aras Yayıncılık, özellikle Ermenice eserlerin yayımı konusunda itinalı bir yayın politikası yürütüyor ve bu boşluğu doldurmada önemli bir görevi icra ediyor. Zaven Biberyan’ın Aras Yayıncılık tarafından Türkçeye çevrilen üç romanı; Yalnızlar, Babam Aşkale’ye Gitmedi son basımında ise özgün adıyla Karıncaların Günbatımı, Meteliksiz Âşıklar’dır. Dvozı isimli Ermenice öyküsü ise Aras Yayıncılık’ın yayın programında çeviri aşamasında. Zaven Biberyan’ın 1962’de yayımlanan Angudi Siraharner isimli romanı, yıllar sonra Natali Bağdat’ın “Meteliksiz Âşıklar” isimli çevirisiyle raflardaki yerini aldı. 2017’deki ilk Türkçe baskısını geçtiğimiz aylarda üçüncü baskısı izledi.
İlk gençliğin ilk sevinçleriyle örülü duygudaşlıkları hemhal oluşları ‘Meteliksiz Âşıklar’da okuruna siniyor.
Rüzgâr sevgilinin ipeksi saçları içindir sanki, kokusunu salına salına getiren. Gönüller hep bir arada olsun; yollar, yıllar hep birlikte yürünsün. Gözler ışıl ışıl seviyle dolsun, sevgilisiz en küçük zaman kırıntısı bile geçilmesin, özge bir dilek olur. Sevgiliyle su gibi akıp hemencecik giden zamanlar, kavuşmasız anlarda ise yelkovanın akrebi tersi yönde zamanı akıttığı, durdurduğu anlar Sur’un paniği, tedirginliğidir. İşte ilk heveslerin, ilk candan sarılmaların, öpüşlerin, el ele tutuşların merkezinde Sur’u, Norma’nın yanında buluyoruz. Sur; cebi delik bir âşıktır, 19 yaşında ilk gençliğindedir. Ailesinin, sevdiği kadını istemeyişi hem zaten yaşadığı belli sorunlar deryasını derinleştirir. Sur’un ailesi, hırslı ve bir basamak daha atlamak isteyen bir ailedir. Sur ise Norma’ya dikkat kesilmiş bir yönde ve hayatını onun rüzgârıyla estirmek, okulu bırakıp Norma’yla birlikte o yaşam yolunu yürümek isteyişin yolundadır. Sanki ceplerinin delikliğinden içeri dolan sevginin selidir, birbirine vurgun oluşlar parasızlığı silindir misali ezer geçer. Adalar, park yerleri onların doğal hallerinin uğrağı; tenhada birbirlerine kaldıkları evren gibidir. Ama denetleyen gözler şimdi her köşe başına kurulan mobese gibi soğuk, tehditkâr bakışların üzerinde bulurlar kendilerini. Her sakin dinlencede sessizliği kendinde dinleyen bu gencecik iki sevgilinin arasına konulmuş, sanki çakırdikeni, gülü nergisi toprağından iten bir ayrıkotu gibi o sevgi toprağından koparıp susuz, sevgisiz, cansız bırakma gayretinin muhataplarıdırlar. Kimi park yerinde bir çift kelebeğin örümcek ağına takılması, kaçmaya çalıştıkça ağın iyice daralıp hapsetmesi gibidir…
“Sur aniden huzursuz oldu. Açıklanamayacak bir duyguydu bu, birileri onları izliyordu sanki. Hızlı bir bakış attı etrafına.“ (s. 23)
“Sur yine birdenbire, içgüdüsel bir hareketle kafasını biraz kaldırdı. Yüreği ağzına geldi. Ağacın üstünde bir adam vardı.” (s. 23)
“Norma başını yana eğmiş, gözleri yarı kapalı, Sur’un bir türlü yaklaşmayan dudaklarını bekliyordu. Bankın üstüne sarkan ağaçta, bacakları ve kolları dallarla bütünleşmiş bir insan figürü vardı. Biri kımıldamadan onları izliyordu. O kadar sessiz, o kadar hareketsizdi ki, on beş dakikadadır başlarının üstündeki varlığını fark etmemişlerdi. Sadece açık havada sevişenlere özgü keskin duyguları, vücutları tam birleşeceği esnada aniden uyanmıştı.” (s. 23)
Norma ve Sur’un aşklarının yanında 50’li yılların siyasi atmosferi, halkların yaşamını tuzaklamaya çalışan milliyetçilik, aile içindeki uzak düşünüşün yarattığı anlaşmazlıklar, kuşaklar arası çatışma, ailenin topluma yapı taşı olma yolundaki otorite savaşı romanı çevreleyen konulara denk düşüyor.
Sur, 19 yaşında lise öğrencisidir, Norma ise Sur’dan birkaç yaş büyük, işçi bir kadındır. Sur’un ailesi, anne Meline ve baba Kevork, maddi kaygı güderek oğullarının bu ilişkisini istemezler, kendi ekonomik gerçekleriyle ters düştüğünü varsayıp kadının işçiliğini bir tür handikap verici duygu olarak hissederler. Bunun yanında Norma’nın daha önce sevgilisinin olması ya da öyle tahmin edilmesi geleneksel aile anlayışının özgürlüğü nasıl da kuşatıp hapsetmek isteyişine bir örnek olduğunu gösteriyor. Hem kuşaklar arası değişen değer yargıları hem de sosyal ilişkiler, tarafları sanki tersi yönde ilerleyen yürüyen merdivenler gibi mesafe aralığını makas misali açıp büyüten noktaya vardırır mahiyette. Bu kuşak çelişmesinin merkezinde daha çok tüccar, Ermeni cemaatinde mütevelli olan baba Kevork ve Sur’u görüyoruz. Çocukları Sur, Hagopig ve Silva’nın kendi yörüngesinde olmayışı, sürekli ihlal haritasını genişletmeleri ailede bir arada olmanın simgesi yemek masasının etrafının aile bireylerince örülmemesi hali oluyor.
“Bunlar nasıl erkekler? Kendisi yüzü gözü açılmamış bir kız almıştı. Hem de gerçek İstanbullu. Ama bu aptal anlamaz ki. Erkeklik duygusu, namus mefhumu yok ki. Kendi mevkiinden daha yüksek bir mevkiye sahip olma arzusu yok ki içinde.” (s. 155)
Meteliksiz Âşıklar romanı iki gencin aşkının anlatımının yanında birçok boyutuyla okurun karşısına çıkıyor. Birbirini candan seven Sur ve Norma ikilisinin aşkı etrafında örülen roman, o dönemki Türkiye siyasi hayatının bir Ermeni ailesi üzerindeki etkisini, ona karşı tutumlarını, düşüncelerini de içeriyor.
20 Kur’a (20 Sınıf) İhtiyat Askerliği, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül Olayları, soykırımlarla azınlık durumuna düşen halkların üzerindeki etkisini, yaşamlarında derin bir kriz halindeki etkileri, 1915 Ermeni Soykırımı’nın farklı boyutlarda farklı zamanlarda seyrini sürdürdüğünü gösteriyor. Hem 40’lı yıllardaki 20 Kur’a ile silahlı nöbetçilerce yol, köprü inşaatlarında çalıştırılma hem Varlık Vergisi’yle ağır vergilendirmelerle mülksüzleştirme politikasıyla Aşkale’de ölümle bile sonuçlanan çeşitli işlerde çalıştırılma… 6-7 Eylül Olayları da hem can alma hem mala konma sistematiğiyle ganimet politikasının daimiliğini kanıtlar nitelikte.
“Yirmi sınıf askerlik zamanı. Kevork bir cenazeye gitmişti. Yerortutyun’dan çıktığı sırada, bütün asker adayı erkeklerle beraber tutup götürmüşlerdi. Ne gündü o gün! Sevkiyat günleri. Sonra, asker mektupları… Asker ne kelime? Nafıa amelesi. Kendisiyse Sur ile yalnız başına. Daha vaftiz bile edilmemişti çocuk. O zaman dükkân mükkân da yoktu. Üsküdar’daki yıkık dökük evlerinin bir katını kiraya vermek zorunda kalmışlardı. Gerçi iyi ki dükkân yoktu. En azından Varlık’tan iki yıl sonra, Aşkale’ye gitmekten muaf tutulmuştu Kevork. Ve o dönemde İstanbul’da kaldığından dükkânın temellerini atmıştı. Eh, hayat böyle… Birinin gözyaşı, diğerinin mutluluğu. Varlık’tan sonra İstanbul’da kalmak az buz şey değildi.” (s. 119)
“Yine Galata Kilisesi’ni yazmış. Bakalım şu Menderes yapılmasına izin verecek mi? Güya söz vermiş diyorlar. Ben inanmıyorum. 6-7 Eylül’ü yapan da o değil miydi?” (s. 127)
“Daha kaç yıl geçmişti ki üstünden? Çocuklar o günü iyi hatırlardı. Dükkânın halini… Temizlemek, düzenlemek için birlikte günlerce uğraşmışlardı. 6-7 Eylül’ü bir şekilde onlar da teninde hissetmişti.” (s.127)
Gittikleri yerlerde bir çift gözlerin denetiminde olan iki sevgilinin ürkekliği, Ermeni dünyasının ürkekliği olarak da okunabilir. Soykırımlarla azınlık durumuna getirilen Ermeni halkının kendi kimliğiyle özgürce yaşamasına izin verilmemesi daralan çemberin, bireyleri iyice dar bir alana hapsettiğini söylemek abartı olmayacaktır.
“Ayva büyüklüğünde bir taş beş metre arkalarında toprakta iz bıraktı ve tepeden aşağı bir çalıya kadar yuvarlandı. Başka bir taş vadinin taşlarına çarparak parçalandı. “Bize atıyorlar Sur” diye uyardı Norma. Norma’nın elinden tuttuğu gibi, hiçbir şey demeden dengesini korumaya, takılmamaya, düşmemeye çalışan kızı çekerek, aşağı doğru koşmaya başladı.” (s. 64)
“Gidip polis çağıracaksın, bu adamları yakalatacaksın…” (s. 70)
“Polis onları götüreceğine seni götürür karakola. Ermeni olduğun da ortaya çıkar, artık sana hiç aldırış etmez.” (s. 71)
Romanın son kısmına doğru Biberyan’ın uğruna hapiste yattığı, sürgün olduğu, sosyalist kimliği Sur’da kendisini gösterir. Ailesinin haksızlığına karşı gelme, Belediye Meclisi’nin kurallarını ihlal ettiği bahanesiyle aldığı cezaya karşı gelmesi ona daha büyük bir mücadeleyi, eşitsizliğe, adaletsizliğe karşı halkların ayağa kalkıp birlikte mücadelesini düşündürür. Böylelikle herkesin özgürce yaşayabileceği, gökyüzü çatıları, çimenler yatağı olan sevgililerin gönül rahatlığıyla gezebileceği, birbirlerini öperken ürkmeyeceği, Norma’nın anadili Ermeniceyi fısıltıyla değil yüksek sesle konuşabileceği bir dünya…
“Zorda kaldınız mı, hükümete hakaret… Hükümet bana hükmetmek için gökten Tanrı tarafından gönderilmedi. Hükümeti ben belirlemişim. Cebimden para vermiş, şu şu işleri yap demişim.” (s. 170)
“Hepsine bir cesaret gelmişti. Artık boyun eğmiyor, korkmuyorlardı. Haklarını savunuyorlardı.” (s. 170)