1990’lı yılların genelkurmay başkanı Doğan Güreş, ‘Tansu hanım tak diye söyler ben şak diye yaparım’ sözleriyle toplumsal hafızada yer etmişti. İlk bakışta askeri bürokrasinin sivil otorite emrine girdiği yolunda bir ‘demokratikleşme’ ifadesi gibi görünen bu beyanın anlamı 1990’ların tarihe kara harflerle yazılan ‘terörle mücadele’ pratiğinde netlik kazanacaktır. Çiller, hem askeri bürokrasi ile takışma eğilimleri gösteren hem de Kürt meselesinde bir yumuşama girişimi sinyalleri veren Turgut Özal’ın zamansız ölümü sonrasında kendini başbakan koltuğunda bulmuştu.
Askeri otorite ile sivil hükümet arasında o dönemin meselesi, soğuk savaş koşullarının ürünü olan ve içinde istihbarat, emniyet ve mafyanın birlikte yer aldığı derin devlet yapılanmasının İtalya’da Gladio’nun uğradığı tasfiyeden yakasını kurtarması pazarlığıydı. Yükselmekte olan Kürt hareketi karşısında kendine yeni bir misyon ve yeni bir meşruiyet zemini bularak yaşamını sürdürme olanağıydı. Çatışma, hızla yeniden tırmandırıldı.
2000’li yıllarda siyasal iktidar, 1990’larla hesaplaşma iddiasıyla başlattığı hukuki sürece paralel olarak Kürt hareketi ile de bir yumuşama ve diyalog dönemine girdi. Aynı dönem, ‘aday üye’ statüsü kazanarak Avrupa Birliği rotasına girme süreciydi. Özal’ın ölümü ile kalınan yerden devam ediliyordu adeta. Ardından, önce bu hesaplaşma iddiasında bir eksen kayması gerçekleşti. Hukuki sürecin nedenselliği içinde, insan hakları ihlallerinden çok AKP’ye karşı darbe girişimi iddiaları ağır basmaya başladı. Davaların amacında, askeri bürokrasi kadrolarının tasfiyesi hedefine doğru bir sapma yaşandı. Bu tasfiyenin baş aktörleri, Erdoğan önderliğindeki AKP hükümeti tarafından emniyet ve yargı bürokrasilerinde hakim konuma getirilmiş olan Fethullah Gülen cemaatine bağlı kadrolardı. Militarizm muhibi Aydınlık gazetesi, o dönemde ordu içindeki ‘F tipi’ örgütlenmenin muhbirlik yaptığını söylüyor, muhbir kadroların listelerini yayınlıyordu. Listenin üçüncü sırasında Amiral Cihat Yaycı vardı.
Daha sonra Gülencilerin içeriden fethettikleri iktidarı bütünüyle ele geçirme çabası içine girmeleri ile birlikte Erdoğan önderliğindeki AKP iktidarı yüzünü, tasfiye ettiği askeri bürokrasiye dönmek durumunda kaldı. Onlara varoluş sebeplerini geri vermeyi vaat etmişti. Kürt hareketiyle barış süreci sonlandırıldı ve çatışma Suriye’nin kuzeyinde başlayan Rojava devrimini boğmak üzere sınır-ötesine yayılarak tırmandırıldı. Bu esnada Ergenekon ve Balyoz sanıkları da beraat ettiler, mevki ve makamları iade edildi. Dahası, ‘askeri oligarşiye’ bir de intikam ve hesaplaşma fırsatı sunuldu: Artık ortak düşman FETÖ’ydü. Terörle mücadeleyi onlar engelliyor, devletin itibarını onlar sarsıyordu. Kahrolsundu Fetöcüler.
2016 yılı Temmuz ayının başlarında Amiral Cihat Yaycı, ailesiyle birlikte Marmaris’te bir otelde tatil yapmaya başladı. Tesadüfe bakın ki aynı gün aynı otelde Tayyip Erdoğan da tatil yapmaya başlıyordu. 15 Temmuz gecesi Yaycı’nın Erdoğan’ın yanında olduğu rivayet olunur. Daha sonra basına verdiği demeçlerde o gün Ankara emniyet müdürü ile telefonla görüşerek darbeden haberdar olduğunu belirtiyor. Oysa aynı oteldeki Cumhurbaşkanı, darbeyi daha geç bir saatte ‘eniştesinden’ öğrenmiş.
Amiral Yaycı’nın yıldızı 15 Temmuz’dan sonra parlamaya başladı. Fetömetre adıyla icat ettiği algoritma sayesinde, birçok askeri kadro ordudan ve donanmadan tasfiye edildi. Amiral fetömetresini kendisine uygulamadı ama o da bir amiral olan kayınbiraderine bu test uygulandı ve donanmadan ihracına sebep oldu.
Amiral Yaycı, 15 Temmuz sonrası askeri yayılmacılık hamleleri içinde de bir parlayan yıldız oldu. Ege ve Akdeniz’de deniz sınırları hakkında kitaplar yazdı ve onun savunduğu ‘mavi vatan’ tezi, Libya’nın İhvancı hükümetine askeri ‘yardım’ yanında Doğu Akdeniz’deki enerji rezervleri üzerinde hak iddialarının da temelini oluşturuyordu. Bu, öyle bir talih kuşu idi ki Amiral’in adı, yakın zamanda bizzat Cumhurbaşkanı tarafından telaffuz edilerek ‘mavi vatan’ katkıları açıkça takdir edilmişti.
Oysa aynı Amiral Yaycı, geçen hafta yine bizzat Cumhurbaşkanının imzaladığı bir kararname ile prestijli makamından alındığını öğrendi ve donanmadan istifa etti. Ama amiral, kendisine adeta ‘fetömetreni al da git’ diyen Erdoğan’a sadakatini belirtmekte kusur etmemeye özen gösteriyor. Ardından gerek iç politika gerekse uluslararası jeopolitik açısından stratejik tahliller yapılmakta. Militarizmin sesi olan çevreler, bu karara en çok Fetö’nün ve Yunan hükümetinin sevindiği yorumunda bulunuyor. Bu yansımalara bir katkı olarak, Türkiye’nin yakın tarihinde on yılların, kısmen de olsa döngüsel olarak tekrarlandığına dikkat çekmek gerekiyor.
Nasıl 2000’li yıllarda Özal’ın bıraktığı yerden bir tekerrür ve ilerleme çabası görülüyorsa, 2010’lu yıllarda da Tansu Çiller Türkiyesi’nin kaderi adeta yeniden yaşanmakta. Dönüş anı olarak iktidarın anlatısındaki 17-25 Aralık yerine barış masasının devrildiği 2015 yılı alınırsa durum daha anlaşılır olacaktır. Bu bağlamda, Çiller ile Doğan Güreş arasındaki ‘tak-şak’ ilişkisinin niteliğine bakmak, o hiyerarşide kimin ‘tak’ emir veren, kimin ‘şak’ yerine getiren olduğunu sorgulamak, zamanımızı anlamaya da yardımcı olabilir. Erdoğan’ın teveccüh gösterdiği fakat Hulusi Akar’ın hiç haz etmediği bilinen bir komutanın Erdoğan imzası ile istifaya zorlanması üzerine düşünürken 1990’lı yılların deneyimi, göz ardı edilemeyecek kadar göz önündedir.