Sağolasın Fikret Başkaya hocam; nasıl ettinse önceki gün gazeteye ‘Ne ile cebelleştiğini bilmek’ başlıklı şu uzun yazını gönderdin ve böylece benim bu akşam yazacaklarımı, bunun için aldığım notları filan hepsini boşa düşürdün. Eline, kalemine sağlık, aşağı yukarı benim yazmak istediğim şeyleri art arda dizmişsin. ‘Kalp kalbe karşı’ dedikleri böyle olmalı; iyi şeyler bunlar yani.
Tartışmanın kendisi de iyi. Bir süredir kimi zaman sert, kimi zaman hoyrat bile olsa muhalefetin ve özellikle HDP’nin, sadece HDP değil, genel olarak solun yeni dönemdeki çıkış yolları üzerine ciddi tartışmalar yürüyor. Kırmadan dökmeden yaparsak, sıkıntı yok, devam edebiliriz. (Bu arada, Musa Piroğlu’nun ‘Seçimden seçime sıkışmış siyaset’ ve ‘Kendi mahallemizin dışına çıkmak’ başlıklı yazılarını da şu anda bu satırları okuyan herkese hararetle tavsiye ediyorum.)
***
Neyse, Fikret Hoca önümü biraz kapattı ama yine de yazılabilecek şeyler var ve bir ucundan başlayabilirim.
Belki biraz daha geriye, HDK zamanlarına giderek…
Doğrusu HDK tasarımı ilk gündeme geldiğinde, kendi payıma ben bu projeyi ‘aşırı iyimser’ bulmuştum. Yanılmıyorsam eğer Türkiye coğrafyasının 24-25 bölgesinde yerel güçlere dayanan bir kongreler örgütlenmesi inşa etmek, böylece aşağıdan gelen bir toplumsal kuvvet yaratırken bu arada sol örgütlenmelerin, taban hareketlerinin birbirleriyle pratikte kaynaşması… Kısa vadeli bir şey de değildi tasarlanan; HDP epey sonrasının işi olarak düşünülüyordu. Ancak sonra, -yanılıyorsam beni düzeltin- sanırım ufukta beliren bir seçim takviminin zorlamasıyla HDP, hızlıca kuruldu ve parti süreci başladı. Yine de başlangıç itibarıyla HDP yalnızca bir partiydi ve esas olan daha geniş bir zemine oturan HDK örgütlenmesiydi.
İyi oldu kötü oldu, şimdi çok geçmişe dönmenin âlemi yok belki ama arada sanki bir şey sakatlandı. Tasarlanan, klasik parti yapısından, seçmen-sandık ilişkisinden daha öte bir şeydi; sadece ‘salt siyasal’ alanı değil, örneğin HES karşıtı hareketleri, vb. de kapsayan bir taban hareketi yaratılmak isteniyordu. Parti ise bunun sadece bir uzantısı olarak anlamlıydı. Fakat zaman içerisinde bu ‘aşırı iyimser’ ama en azından klasik parti-oy ilişkisinden farklı olan cephe tasarımı, neredeyse her yıl yaşanan seçim/referandum ortamlarının da etkisiyle yavaş yavaş eski ‘fabrika ayarları’na döndü. Kürt hareketinde ve solda zaten mevcut bulunan ‘geleneksel siyaset’ eğilimi öne çıkmaya başlarken, ‘eski köye’ getirilmek istenen ‘yeni adet’ de zayıfladı. Onur Hamzaoğlu hocanın son derece yerinde deyimiyle ‘kapıları çalmayı unutan’ bir siyaset biçimi çıktı ortaya. Üstelik bu, örneğin sendikalarda da benim ‘çok siyaset az sendikacılık’ diye tanımladığım, insandan insana sosyal ilişkiyi unutmaya başlayan bir tarzla birlikte gelişti.
Öyle ki, sonuçta 6 milyona yakın insanın teveccühüne mazhar olan bir parti, ‘seçmen’ denilen zehirli sözcüğü de daha fazla kullanmaya başladı. Bu, ‘zehirli’ bir sözcüktü, çünkü bir toplumsal harekete/örgütlenmeye değil, AKP’nin her bahar burnumuza dayadığı seçimlere endeksliydi. Seçim zamanında on binlerce insanı sandıklarda, stantlarda istihdam edip sonra ‘terhis’ eden bir düzendi bu. (Burada bir an durup, bölgelerde ‘il başkanı olmak’ isteyenlerin sayısı ile ‘milletvekili aday adayı’ olanların sayısını kıyaslamak yararlı bir çalışma olacaktır!)
Bu, bir HDP sorunu da değil. Genel olarak toplumsal muhalefetten söz ediyorum. AKP’nin ‘her gün seçim-her gün adrenalin’ siyasetinin geneldeki etkileri az mı?
Her ne zıkkımsa işte! Uzatsan sayfalar yazılır ama gereksiz. Ortada bir sıkıntı olduğu kesin ve bu sıkıntıyı tartışmak, yeni bir yol açmak gerektiği de kesin. Mutlaka bulunacak, bulunur. Bunun için geriye dönmek de gerekmez. Böyle derinlikli bir işe HDK yeter mi? Yetmezse, yenisine de bakılır. Memleketin geldiği yer artık geleneksel davranışları, tutuculukları kaldırmıyor çünkü. Biz yapılar kurup, sağlamlaştırıp krizi ve krizin yaratacağı dalgayı bekleyelim filan yok; hiçbir zaman da yoktu zaten. Krizin derinleştirici bir parçası olmadan onun nimetlerinden de yararlanılamıyor. Bin kez kanıtlanmış bir gerçek bu.
***
Hah, bir de son olarak, ‘yönetememe krizi’ diye bir şeyden söz ediliyor ya hani, yok öyle bir şey! Her memleket her durumda yönetilir. Biz yoksak eğer, vallahi de billahi de mis gibi yönetilir. Lenin’in çift yönlü tanımını (‘yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi’) tek yöne düşürürsen, deliye her gün kriz!