Doğayla canlı varlıklar arasındaki ezgili bağın sayesinde insan denilen “yeni umut”un medeniyet dediğimiz sürece kadar geldiğini biliyoruz. İnsanlığı ilerlemenin basamağına taşıyan o umudun sona doğru geldiğini ve ezginin yavaş yavaş buharlaştığına hep birlikte tanıklık ediyoruz. Başarısız olmaya başlayan insanın yeniden yeni bir umuda ihtiyacı olduğu umudu çok konuşulan konulardan biridir. Umut, bireyi hem kendine hem de evrene dair düş kurmaya sevk eder; umutsuzluk ise hem düş kurmaktan alıkoyar hem de olanlara rıza göstermeyi dayatır. Dolayısıyla umut karanlık içinde aydınlığı düşlemek, umutsuzluk ise aydınlıkta karanlığa teslim olmaktır.
Umut sanıldığı gibi akıl işi değildir, varlığın iç sesidir, sadece kendi sesini değil bütün evrenin sesini duyan dinamik bir mevcudiyet halidir. Dolayısıyla umut duygu ve ferasetin kökenine inmedir, yüce değerlere tutunma ve hatta vicdandır. Onun için her şey umutla başlar ve onunla büyür demek yerinde bir vurgudur. Umut, insanların yaşama nedenidir demek epri bir klişe gibi duyulsa da, sözün anlam derinliği hakikaten önemlidir ve onun yerine başka olağan bir şey ikame etmek o kadar da kolay değildir.
Günümüz dünyasında yaşanan acıların ağırlığına, zalimliklere, eşitsizliklere bakıldığında umut denilen mefhumun bir avutma çabası gibi geldiğini de düşünebiliriz, ama umut olmadan buranın katlanası bir yanı olmadığını da ilâveten biliyoruz. Nitekim insanın yolu ve ufkunun daima açık olması için düşe ihtiyacı vardır. İyilik ve güzellik, dayanışma, hak, adalet ve sevgi için insan umutlu olmalıdır. Nasıl ki kuş tek kanatla uçamıyorsa insan da umutsuz varlık iddiasında bulunamaz. Anlaşılan Cervantes’in dediği gibi “hayatın olduğu yerde her zaman umut da vardır”. Buna göre hayat umuda, umut ise hayata aynı ince iple bağlıdır. Biri diğerine ağ kurarsa sonu hüsran olur. Onun için insan tüm servetini ve hatta en değerli yakınlarını bile kaybedebilir ama eğer umudu pekse her şeyle baş edecek kadar muzaffer olur.
Bazen çok küçük bir hayal bile gelecek umudunu inanılmaz bir biçimde güçlendirebilir. Eğer insanın öncelikli amacı salt kendi soyu için değil de evrenin tamamı için bir şeyler başarmak olursa o zaman umudun varlığı gerçek anlamda daha da derin bir anlam kazanır. Yani umut salt hayatta kalma, başarılı olma veya ferdi bir muhteşem zaferi kazanmak değildir, aynı zamanda adil bir yeryüzünün ütopyasını içinde barındıran erdemli bir tasarımdır umudun özü. Aksi takdirde Hannibal’ın büyük zafer nümayişler ile muharebe alanlarında arkasında bıraktığı kanlı sahneler arasındaki hakikatin yitimi gibi olur. Oysa umut, Cicero’nun dediği gibi, “Dum spiro, spero”, yani “nefes aldığım sürece, umut ederim” bilgeliği kadar yücedir. Bunun analog tercümesi “en son umut ölür” demekken, anlam derinliğiyse hayatta kalmak ve dayanışma çemberini güçlendirmek demektir.
Vebanın vebalini kime yükleyeceğimizi kara kara düşündüğümüz bugünlerde, içinde bulunduğumuz durumun belirsizliğine rağmen insandan insan yapılan birçok dayanışma ve yardımlaşma örneği umudun varlığına işaret ediyor. Onun için kuşaktan kuşağa umutla aktarılan bu kadim hikâyeyle umuda bakmak istiyorum. Yarınların umudunu taşıyan hikâyenin ahlaki buyruğuna inandığım için umutluyum. Sıfatsız bir sürece evrilen dünyanın içinde çıkış yollu umudunu taşıyanlar için minik bir tebessüm olacaktır. Lakin bu hikâye medeniyetin beşiği olan kültürel coğrafyamızdan doğmuştur. Zira insanlık, daha evvel içine düştüğü buhranlardan coğrafyanın kadim bilgelerin tefekkür ve umutlarıyla kurtulmuştur. “Umut Ekmeği” hikâyesinde olduğu gibi bir ekmek bile hayal etme cesaretini ve umudu büyütebilir. Bu, modern zamanların snopluğuna yenik düşen binlerce hikâyeden sadece biridir. Bu dar zamanlarda belki de eksikliğini hissettiğimiz esas şey budur, bize ait olanları yeniden hatırlamak: Her iyi hikâyede olduğu gibi bu hikâyede de kalbi iyilikle dolu bir bilge yaşarmış adını bilmediğimiz bir diyarda. Aklı derya, dili deva, elleriyse şifaymış. Yaptığı iyiliklerle adı uzak diyarlara kadar yayılmış olan bilge ebedi veda gününden sonrada da adı hep anılır biriymiş.
Acı kaybın haberiyle sarsılan çocukları babalarından geriye kalan mirası ona yaraşır bir şekilde paylaşmak üzere bir araya gelmişler. Anneleri genç yaşta göçtüğü için babaları uzun yıllar yaşlı kâhyasıyla birlikte yaşarmış. Bilgeyle uzun yıllar geçiren kâhya zamanla ondan birçok şey öğrenmiş. Bilgenin ölümden sonra eskiden kapısı çoğu zaman kilitli olan koca kütüphanede zaman geçirmeye başlamış. Uzak diyarların kelam ve hikâyeleriyle dolu olan kitapların birçoğunun okumuş ve bilgenin değerli eşyalarını bir bir incelemiş. Her eşyanın paylaşılmayacak kadar değerli olduğunu biliyormuş. Günün birinde kütüphanenin bir köşesinde duran eski bir çini rıhdanın içinde sert, kurumuş, bir ekmek bulmuş. Elline alır almaz hemen aklına ekmeğin hikâyesi gelmiş. Ekmeği yeniden rıhdana bırakmış. Gel zaman git zaman, günün birinde çocuklar babalarının eşyalarını incelerken ekmeği bulmuşlar. Hiçbir anlam vermemişler ama kâhya ekmeğin hikâyesini bildiği için vakurla çocuklara bakmış ve sakince hikâyeyi anlatmaya başlamış: “Kıtlık yıllarında, ölümcül hastalıkların yayıldığı zamanlarda insanların birçoğu açlıktan kırıldığı günlerdi. O günler o kadar sürdü ki insanların birçoğu yoksulluk ve açlıktan öldü. Aileniz de o zamanlar uzun süren bir hastalığa yakalandı, anneniz o hastalığa yenik düştü. Gerçek bir bilge olan babanız yaşam inancını pekiştirerek insanları iyileştirmek için nebattan ilaçlar elde etti, açlığın önüne geçmek için “bereket evini” kurdu, halka büyük yardımlar etti. Ölümün kara yüzüne sevdiği kadının kaybıyla tanışan babanız veba zamanında hayatını kurtardığı bir çiftçi günün birinde ona gördüğünüz bu kırmızı buğday ekmeğini gönderdi. O zamanlar bir ekmek bir ailenin hayatını kurtarabilirdi. Bu sayede sizin yiyebileceğiniz bir şey daha vardı. Ama babanız ekmeğe daha acil ihtiyacı olan komşuları düşündü, aklına küçücük bir kız çocuğu olan yoksul bir aile geldi ve ekmeği elime sıkıştırıp aileye götürmemi istedi. Komşu aile, değerli ekmeğe bakıp durdu ama dokunamadı, çünkü yan komşunun evinin yanında tek gözlü bir evde yaşayan fakir yaşlı bir dul kadın vardı, hem de hiç kimsesi yoktu. Ekmeği ona verdiler. Yaşlı kadın, ekmeği iki küçük çocuğuyla birlikte biraz ötede yaşayan ve çocukları için yiyeceği olmayan genç yaşta eşini kayıp eden kızına götürdü. Ekmeği annesinin elinden alan genç kadın, hiç tereddüt etmeden yan komşusu olan kalaycıya götürdü. Kalaycı ise ekmeği yalnız yaşayan Derviş’e verdi. Derviş ekmeği alır almaz o kadar insanı ölümcül hastalıklardan kurtaran bilgeyi düşündü. Birçok insanın hayatını kurtardığını ve bunun için herhangi bir bedel istemediğini hatırladı. Şimdi bilgeye teşekkür etme fırsatı vardı Derviş’in, bunun üzerine ekmek tekrar buraya döndü.
Ekmek tekrar bu eve geldiğinde babanız gülümseyerek yüzüme baktı. “Etrafımızda bu iyilik çemberi oluşturan insanlar olduğu sürece, kapılarımız açık, gönlümüz rahat ve geleceğimiz hakkında endişelenmemize hiç gerek yok” dedi babanız ve sözünü sürdürdü. “Hiç kimsenin evinde yemek olmamasına rağmen bu ekmek çok eve girip çıktı. Babanız bu kuru ekmeği eline alıp evrene yedi kez üst üste şükür etti. Avuçlarını açıp yüzünü güneşe döndü, 72 millet için dua edip avuçlarına düşen nuru yüzüne sürdü. Çünkü kuru bir ekmekle bile koca bir iyilik çemberinin oluşabileceğini gördü ve bu onun istediği bir şeydi.” Ne diyeceklerini şaşıran bilgenin çocukları hep birlikte aynı pencereden dışarı baktılar, önce komşularını, sonra ihtiyaç sahiplerini hayal ettiler ve bir sonraki kıtlık zamanı için umut çemberini büyütmek üzere umut ekmeği tekrar tavus kuşlu çini rıhdana koydular, bilgenin en değerli emanetini…