Soykırımdan kurtulan Ermenilerden başlayarak, savaş ve yoksulluktan kaçan Filistinli, Kürt, Tamil ve Afrikalıların sığınağı Burc Hammud semtinin Dora Mahallesi. Köprü altından başlayan ve şehrin doğu yakasında ‘yaralı kimliklere’ mekan olan mahalle, geleceği belirsiz hayatların birbirine tutunduğu yer
Fatma Koçak – Beyrut
Kendisi de Lübnanlı olan ve iç savaştan kaçarak Fransa’ya yerleşen yazar Amin Maalouf, “Ölümcül Kimlikler” isimli kitabında, “Bir insanın kimliği birbirinden bağımsız aidiyetlerin yan yana gelmesiyle oluşmuş bir yamalı bohça değil, gerilmiş deri üzerine çizilmiş bir desendir. Bir aidiyete dokunduğunuzda tüm beden titrer” diyor.
Lübnan’a ilişkin bir şeyler karalarken ilk akla gelenlerden olduğu için Maalouf’un romanlarından bir şeyler yazmak ve onu anmadan geçmek olmaz. Ama Maalouf’a atfımın tek nedeni bu değil. Onun “Ölümcül Kimlikler”i ile Lübnan’ın “yaralı kimlikler”i arasında kurduğum derin bağdan ileri geliyor bu anma…
Tarihi bir kent
Lübnan insanlık tarihinin en eski yerleşim yerlerinde biri. Gılgameş Destanı’ndaki Humbaba’nın koruduğu “Sedir Ormanları”nın Lübnan olduğu tahmin ediliyor ki günümüzde Lübnan’ın bayrağında da sedir ağacı vardır.
Yine Fenikelilerin ilk kurduğu şehir olan 7 bin yıllık Byblos’taki (Cübeyl) limandan Mısırlılara sedir ağaçlarını satarak tarihte ticareti ilk başlatan uygarlık olduğunu tarih kitaplarında görürüz.
Ticaretin ve ilk Latince yazının kullanıldığı yer olan Lübnan, bugünlerde Ortadoğu’nun en çok göç alan ülkelerinden biri. Garip bir paradoks olarak görülebilir ama kendi içindeki anlamlarıyla değerlendirirsek hem en çok göç veren hem de en çok göç alan bir ülke Lübnan.
15 yıl iç savaşın sürdüğü ülke zenginler için çifte pasaportlu ‘her an kaçılacak’ bir yerken; savaş, soykırım ya da yoksulluktan kaçanlar için bir barınak aynı zamanda. Başkent Beyrut’un resmi rakamlara göre nüfusu 1 buçuk milyon. Gayri resmi rakamlar ve hayatlara göre ise bu sayı 2 milyonun üzerinde.
Yaralı kimlikler
Akdeniz’in kıyısında bir geçiş güzergahı olması bakımından da tercih edilen Lübnan’da başkent Beyrut, 20. yüzyılın başından itibaren bir yazarın deyimi ile ‘yaralı kimlikler’in yurdu olmuş durumda. 18 inanç ve 5’ten fazla etnik kimliğin yaşadığı Beyrut’ta iç savaştan kalma bir ‘tedbir’ olsa gerek, herkesin sınırı, mahallesi ve gidebileceği alanlar belli. Kimse kimsenin alanına müdahale etmiyor. Uzun iç savaş yıllarından sonra siyaseten paylaşılan ülke aynı zamandan mekansal olarak da paylaşılmış durumda. Doğusunda yoğunlukta Hıristiyanlar, batısında ise Müslümanlar yaşıyor. Beyrut’a bir yanıyla Maalouf’un “Ölümcül Kimlikleri”nin yerine “yaralı kimlikler”in mekanı demek abartı olmaz; Ermeniler, Filistinliler, Kürtler, Afrikalılar, Sri Lanka’daki soykırımdan kaçan Tamiller diye uzayıp gider liste.
Burc Hammud
Şehrin yaralı kimliklerinin 20. yüzyılın başından bu yana mekanı olan yer Burc Hammud (Bourj Hammoud).
Şehrin doğu yakasına yaklaştığınızda önce sizi tanıdık tabela isimleri karşılıyor. Vartanian, Vanlian, Bardakjian… Köprüye gelip durduğunuz yerde artık dünyanın bütün renklerini görmek mümkün; siyahlar, Asyalılar, beyazlar… Bütün ırklar sanki köprünün altından sağa döndüğünüzde başlayan caddelere sığınmış gibi. Hepsinin hikâyesi benzer; ülkelerindeki savaştan ve yoksulluktan kaçmışlar. Bazıları ise katliam ve soykırımlardan kaçarak gelmiş. Girdiğimiz yer Burc Hammud semtinin ilk durağı Daoura (Dora) Mahallesi. Dar, birbirine yakın sokaklar içinde birer sığınak bulmuş herkes kendine bu mahallede.
Burc Hammud, 1915 Ermeni Soykırımı’nda kurtulabilen Ermenilerin yerleştiği semt. Sokaklarında yürürken kapı önüne sehpasını atmış nargile içen yaşlı yüzler o kadar tanıdık ki.
Dar sokaklarda ilerlerken verilen selam ve gösterilen misafirperverlik bir an mekandan çıkıp Amed’de Sur ya da Bağlar’da yürüyormuş hissi uyandırıyor. Ve bir arkadaşın deyimi ile soykırımdan kalma bir dağınıklık sanki her an pılını pırtını toplayıp gidecekmiş gibi…
Bölünmüşlük içinde bölünmüşlük bu olsa gerek. Her kimlik biraz kendinde olanla yan yana olmak için çabalıyor.
Çok bilinen yanı Ermeni Mahallesi olması iken az bilinen yanı siyah ve Asyalıların kendine ait sokakları, kafeleri ve tatil günlerinde buluşacakları mekanlarını oluşturmaları. Şehrin diğer bölgelerinde kendine yer bulamayan yeni gelen ‘yaralı kimlikler’ bir tek Ermeni Mahallesi’nde yer bulabiliyor kendine; belki de toplumların hafızalarından kalma bir merhamet ve özdeşliktir bu duygu, bilinmez.
Örneğin haftanın 6 günü şehrin zengin semtlerinde çocuk bakıcılığı, temizlikçilik yapan Tamil, Bangladeş, Filipinli, Kongo, Ruanda ve Nijeryalılar Dora’da kendilerini ait hissettikleri sokakta bir araya geliyor. Birlikte ibadet yapıyor ve birlikte eğleniyorlar. Çoğunun kimlikleri yok, ülkelerine dönme umutları yok ve hepsi bir şekilde gemi ile Akdeniz üzerinden Avrupa’ya gitmenin planlarını yapıyor. Her yıl binlerce insanın sularda kaybolduğu o bilinmezliğe çıkmak için haftanın 6 günü çalışıyor ve Pazar günleri ise kendileri olabildikleri Dora’ya geliyorlar.
Hemen hepsi, kimlikleri olmadığı ya da kaçak oldukları için konuşmak ve fotoğraf çektirmek istemiyor. Tedirginlikle yaşamlarını şehrin arka sokaklarındaki gizlenmiş bu sokaklara bırakıyorlar.
Görünmezin ekonomisi
Tabi şehirlerin yoksulluk kokan bu yerleri devletler için aynı zamanda ‘görünmezin ekonomisi’ni oluşturuyor. Özellikle son Suriye savaşı ile birlikte bir milyondan fazla insanın geldiği ülkede göçmenleri barındırmak için Türkiye gibi paralar alınırken, bir yandan bu kimlikler ‘kaçak’ diye görmezden geliniyor. Aynı zamanda bir pazar oluşturulmuş durumda ve tatil günleri tüm mahallelerde dükkanlar kapalı olmasına rağmen buradakilerin açmasına izin veriliyor.
Bir yandan fuhuş ve uyuşturucunun kol gezdiği mekanlar üzerinden gelir elde eden çete gruplarının aynı sokaklarda cirit attığını görmek mümkün. Şehrin gece yüzünde başka bir alışveriş başlıyor ve orada insan araç, para ise amaç halini alıyor.
Savaş ölüm ve yoksullukla birlikte sürgünlük ve yurtsuzluk başladığı anda ‘yaralanan’ kimlikler için yaşam, sığınakların içinden hayatta kalma mücadelesi olarak devam ediyor.
İnsanlık tarihi savaşlar, yoksulluk ve göçlerle geçti kuşkusuz. Bir başka zamanda Lübnan’dan iç savaş nedeniyle Avrupa’ya giden roman kahramanının dilinden Maalouf’un söylediği sözler, Beyrut’un arka sokaklarında ‘yaralı kimlikler’in cümleleriyle başka dillerde söyleniyor kuşkusuz.
‘Eve dönüş’ünü anlattığı “Doğu’dan Uzakta” isimli romanında Amin Maalouf, sürgünlük ve yaralanmış kimliklere özeleştirel bir dokunuşta bulunur. Onunla bitirelim: “Bugün tarihin mağluplarıysak, hem kendi gözümüzde hem de tüm dünyanın gözünde aşağılanmış durumdaysak, bu sadece başkalarının değil, öncelikle bizim suçumuzdur.”