Salim Kaplan*
Boğazımda düğümlenen kelamların en arsızını içimde biriken öfkeyle bozarken, sadece bir kısmı sizlere ulaşacak bu yazıyla. Ruhsal evimin kapısından koşarak hayattan kopan içimdeki çocuğun bilinç dışılığıyla sizlere doğru akacak bu temsili feryat. Sekiz yaşındaki Nusaybinli çocuğun ayak sesleri yankılanacak doğduğum kentte…
Günlerin akışını sarsacak kadar birçoğumuzu tekinsizliğe sürükleyen devletin elindeki silah, belindeki cop, ağzındaki kara nefret ve oyunun başında saldırıya uğrayan 8 yaşındaki o Kürt çocuğun kaçışı. Kin ve nefretin eski usulünden ödün vermeyen devlet, eski usule aşina olan akranlarımı bile öfkelendiriyorsa bu olay, bizleri bir arada tutan değerler merkezi tamamıyla çökmüş demektir. Alışagelmiş normlara sadık kalanların akranı olarak kalemle kâğıdın kadimliğini bilecek kadar yaşlı bir coğrafyanın çocuğuyum. Sekiz yaşındaki B. gibi. Nice amansız tufan anlarına ve mahşeri yıkımlara tanıklık ettim ama bu denli kara süt emmiş galizlere rastlamadım.
Öfkem veya öfkemiz bundandır galiba. Bundandır, öfkenin şiddetinden kurtulan birkaç cümleyi bir araya getirmek için kalemi alırken elime, önleyemediğim titremenin sebebi. Kaleme yabancılığımdan değil bu titreme hissi, ilk defa içime sığamayacak kadar büyük olan bir isyanın yazısını yazmaktan sanırım. Şairin “dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük” demesi gibi ağzıma gelen her şey karaya dönüyor gün ışığında. Kirli ve yapışkan bir zaman karanlığı… Bataklığa doğru kayan insan siluetleri gözlerimin önünde. Dün bugünü doğurmayacak kadar kısır, yarın ise dünün tekerrürü gibi. Sözcüklerin kifayetsiz kaldığı zamanların tuhaflığı sarmalıyor ruhlarımızın evini. Oysa her birimiz Harrani İbrahim’in cömertliğiyle evlerimizin kapılarını kutlu bayramlar için açık tutan annelerin kucağında büyüdük. Onlar ise korkunun en karanlık haliyle çöküyorlar hayatlarımızın üstüne. Bir önceki zamanın süvarileri gibi gidilecek esas yere Mezopotamya ovaları kalıyor göğün şahitliğinde.
Okumaya şehvet duyan biri olarak yazılan her sözün, sahibinin sevincini, hicranını, acısını, feryadını veya isyanını aktardığını biliyorum. Böylesi bir feryadın, isyanın, acının ve öfkenin haykırışıdır sözden yazıya dönülen bu yazı. Çünkü isyanın mirası, mirasın isyanıdır payımıza düşen. Çocuktuk, korkunun gölgesine karşı hep isyanın güneşine baktık güneş ülkesinde. Boşuna güneşin çocuklarına çıkmadı adları, hayata erken elveda diyenlerin. Onun için acının ve isyanın sözü hep dolanıp duruyor boğazımızda. Çocukların uzaklara dalmış gözlerinin pekliğindeki keskinlik gibi yeminlerle büyüdük. Politik endişesi olan herkes bunun ne anlama geldiğini bilir bir şekilde. İşte öyle bir yerden dünyaya kucak açan bir önceki kuşağın kardeşleri ve şimdiki kuşağın abileri olarak duruyoruz hakikat dağının karşısında. Ondandır belki, yer yer ahlak kaideleri, yer yer ise etik kodlarla birbirine bağlı kentlerin erken ölen çocukları olduk. Uzakta olsak da yakınız birbirimize, çünkü bir yanımız acı diğer yanımız ise yanan kent feryatlarıdır. Kentler sadece yurttaşların yaşadıkları mekânlar değildir şüphesiz, tarihtir, hafızadır ve hayattır. Onun için kentler ahlaki ve politik toplumun yaşam merkezi olduğu kadar etik kodlarla birbirine bağlı olan insan birliğinin toplamıdır, Bookchin’in dediği gibi.
Coğrafyamızda öyle kentler var ki, yaşadıkları zamanın ruhunda sembole dönüşürler.
İşte Nusaybin bu kentlerden biridir. Ancak zamanın ruhunda yer alış şekli ve sembole dönüşme hali ne yazık ki hep acı ve isyan üzerinden kurulmuştur. Doksanlı yılların ilk demokratik halk ayaklanmasından itibaren bir yanı yıkım diğer yanıysa direniştir Nusaybin’in. Gırnavas tepesinden çağ çağ sularıyla kendinizi kentin yüreğine bıraktığınız an sizi sarmalayacak duygu bu olacaktır. Nusaybin acı ve yıkımın kenti olduğu kadar, acıya karşı isyanın, yıkıma karşı inşanın sembolü olmuş ve tüm komşu kentleri derinden etkilemiştir. Kayyım döneminden önce belediyemiz tarafında inşa edilen bugünkü Mittani Kültür Merkezinin yeri eskiden park alanıydı ve ben dâhil birçoğumuz o zamanlar oraya bisiklet sürmeye, oyunlara karışmaya giderdik.
Birçok arkadaşım gibi benim de bisikletim o zamanların modasına uygun fiyakalıydı, tekerlekleri sarı-kırmızı-yeşil boncuklarla süslüydü. Adeta yürüyen bir dönme dolaptı, pedal döndükçe hayat renklenirdi. Çok renkliliğe alerjisi olan devletin A Takımı olarak bilinen özel hareket polisleri, o boncuklar yüzünden bizleri darp eder, rengârenk bisikletlerimizi araçlarla ezip geçerdi. Onlar ezdikçe, hem bisiklet sayısı hem de boncuklar çoğalırdı. Son olarak yaşanan olay aklıma o zamanki Nusaybin görüntülerini getirdi. Hem görüntülerin benzerliği, hem dehşet veren saldırının keyfiyeti hem de kullanılan sözcükler ne kadar da tanıdık.
“Kaçma lan, buraya gel…”, oysa yaptığımız kaçmak değildi, kötülükten korunmaktı sadece. Hatırladığımız ve yer yer halen sığındığımız tek hakiki gerçeğimiz hakikate doğru kaçmaktı. Kötülükle üzerimize gelen zorbalar her kaçma lan dediklerinde bizler dengbejlerin dil ahengine, erbanenin tılsımına, Xaninin mısralarına sığınıyorduk. Orada büyüdük, çoğaldık, çoğalmaya devam ediyoruz. Bizler ‘12 yıllık esaret’ filminin o meşhur repliğinde olduğu gibi salt hayatta kalmak için değil onurlu, eşit ve özgür bir hayat için direniyorduk.
Bazılarımız annelerimizin kucağına kaçma fırsatını bulmadan vurulduk, yaşadığımız yaştan daha fazla kurşunla.
Bazılarımızın hakikatine, 100 metre ötede yatan annelerimizin cansız bedenine gözcülük yapma ibreti düştü ama hayal kurmakta ve çocuk olmaktan vazgeçmedik. “Çavdar Tarlasında Çocuklar” kitabının ergen kahramanı Holden’in üç günlük hülyası gibi bizimde bisiklet zamanındaki boncuklar kadar rengârenk hayallerimiz vardı. Ruhlarına cin girmişlerin zorbalıklarından korunabilmek için Mezopotamya ovasının uçsuz bucaksız mor sümbül tarlalarına koştuk, bizleri bugünlere getiren hayallerin peşinden. O mor sümbüllü tarlaların yerine inşa edilen bir site bahçesinde oynarken devletin şiddetine uğrayan Nusaybinli çocukların resimleri takılıyor gözüme. Yanıma yanaşan çocuğumun sesiyle geri dönüyorum hakikat sofrasına. “Baba yoksa Nusaybin’e bahar mı gelmiş” diye soruyor. O soruyor, ben susuyorum! Susmuyorum çocukluğumdan arda kalana rengârenk boncukların yığının karşısında! Biliyorum, o bahar mutlaka gelecek beklemedik bir çavdar mevsiminde…
*HDP’nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı