İstanbul Emek ve Demokrasi Güçleri, 301 işçinin öldüğü Soma katliamının altıncı yıl dönümünde açtıkları pankartta “Sizin Normaliniz Soma’dır!” diyordu.
Evet, kapitalizmin normali; varlığını sürdürmek, çarklarını döndürmek için emeği ve o emeğin sahibi olan emekçiyi yani insanı kanıyla, canıyla sömürmektir. Karşısına krizler ya da doğal afet vs çıkarsa bunları fırsata çevirip, hızla “yeni” duruma göre kendini dönüştürmeye çalışır kapitalizm. Dolayısıyla kapitalizmin “yeni normal”i; emeğin, doğanın daha fazla sömürülmesi; daha fazla insanın iş cinayetleri, savaşlar, çevre kirliliği ya da salgınlar nedeniyle ölümüne neden olacak “sömürünün yeni yol ve yöntemlerinin bulunması”ndan başka bir şey değildir!
Soma’da maden işçisi, patrona masraf olmasın diye, yaşamını koruyacak hiçbir önlemin alınmadığını, her daim patronun çıkarlarını savunan devletin temsilcilerinin de buna göz yumduğunu bilerek giriyordu o madene. Yani bugün değilse yarın öleceğini bilerek her gün işe değil ölüme gidiyordu…
Peki, değer miydi asgari ücretten belki üç beş kuruş fazla para için ölüme gitmeye? Değmezdi elbette ama mecburdu, çaresizdi. Eve ekmek getirmenin başka yolu yoktu. Aslında Anadolu’nun en verimli topraklarında, zeytinin, tütünün diyarında doğmuştu, orada yaşıyordu ama oy verdiği ve belki de üyesi olduğu partilerin içinde yer aldığı iktidarlar bir avuç sermayedarın çıkarı için tüm bu zenginlikleri feda etmişti. Ona da madende ölümüne çalışmaktan başka çare kalmamıştı. Avunduğu tek şey, sigortalı olmasıydı. Ölse bile geriye kalanları aç biilaç bırakmayacak olması en büyük beklentisiydi. Üstelik bu beklentiyle, kendilerine mezar olacağını bildiği işe girebilmek için az çaba sarf etmemişti. İşe kabul edildiğinde yaşadığı sevinç de bundandı.
Katliamdan kurtulanların, yakınlarını kaybedenlerin, katliam sonrasında acıları daha taptazeyken iktidarın temsilcileri tarafından hor görülüp, tekmelenip, tokatlanıp, hakarete uğramalarının karşısında seslerini yükseltmeyişinin nedeni de, madende can verenlerin çaresizliğiyle aynıydı. Katliamın hemen ardından konuştuğum işçiler; madende çalışmaya yani ölüm dehlizlerine girmeye devam edeceklerini, başka çarelerinin olmadığını söylüyorlardı. Çünkü eve ekmek götürecek, sosyal güvence sağlayacak başka iş yoktu…
Soma, toplu işçi kıyımına neden olan bir katliam nedeniyle öne çıktı, görünür oldu. Ama Türkiye, en fazla iki ayda bir Soma katliamındaki kadar işçinin katledildiği bir ülkedir. Madenler, inşaatlar, mevsimlik iş yapılan tarım alanları, diğer pek çok sektör ve iş yerleri, emekçiler için “iş kazası” ya da “meslek hastalığı” nedeniyle ölümlerine neden olacak veya sakat bırakacak tehditler içerir. Fakat birçok emekçi, bu konuda tanıklık ettiği, haberdar olduğu vakaların istisna olduğunu düşünür ve karşı karşıya olduğu bu tehdidi kabullenmek istemez.
Ancak koronavirüs salgını gösterdi ki: Emekçilerin ölümle burun buruna gelmeleri için ille de Soma’da, Şırnak’ta ya da Zonguldak’ta bir madende çalışmaları gerekmiyor! Kargo şirketinde dağıtıcı, markette tezgahtar, fabrikada işçi, vergi dairesinde veya bir bankada memur olarak çalışırken de kendileri dışında herkese “Evden çıkmayın!” uyarıları yapılıyorken, onlar yaşamları pahasına çalışmak zorunda bırakılıyor, yaşamlarını yitiriyor.
İSİG Meclis’in tespitine göre sadece Nisan ayında en az 103 işçi salgın nedeniyle yaşamını yitirdi. Devlet, bu konuda tedbir almak bir yana SGK’nın yayınladığı bir genelgeyle çalışanların iş yerinde koronavirüse yakalanmaları halinde bunun iş kazası veya meslek hastalığı olarak kabul edilmeyeceğini ilan etti. Böylece bu öldürücü ve hızla yayılan salgın koşullarında zorla çalıştırılan emekçilerin, patrondan ve devletten (SGK’den) bir hak talep etmeleri de engellenmiş oldu.
Salgın, kapitalizmin son dönemde derinleşen krizini daha da derinleştirdi, azdırdı. Krizin etkilerinin en yoğun yaşandığı ülkelerden birinin Türkiye olacağı konusunda iktisatçılar ve uluslararası kurumların neredeyse tümü hemfikir. AKP hükümeti büyük ölçüde sorumlusu olduğu bu durumdan kendisini ve patronları kurtarabilmek için fabrikadan şantiyeye, okuldan hastaneye, marketten AVM’ye her alanı SOMA’ya yani her yeri emekçi mezarlığına çevirecek koşulları “normal”leştirmeye çalışıyor.
Onuruyla yaşayabilmek için ölümüne çalışmak zorunda olmak; devletin tepesindekilerin her işçi katliamının ardından söyledikleri gibi fıtrat, kader ya da alın yazısı değil. Bunu anlamak için sömürü arttıkça, işçiler öldükçe daha da zenginleşen, servetine servet katan patronlara, ensesi daha da kalınlaşan siyasetçilere bakmak yeterli.
İnsanca bir yaşama ulaşmak için çalışırken ölmek ‘kader’ değilse buna son vermek ve işçinin, emekçinin, halkın canıyla kanıyla beslenen kapitalizmden kurtulmak gerekir. Kapitalizme karşı mücadele için ise onun araç ve yöntemleri dikkate alınmalıdır. Kapitalizm, burjuva sınıfının egemen olduğu bir sistemdir ve sınıf bilinciyle hareket eder. Öte yandan kapitalizm son derece örgütlü bir sistemdir. O halde kapitalizmle mücadelenin amacına ulaşması için burjuvazinin karşıtı olan sınıfın bilinciyle ve örgütlü hareket etmek esastır. Burjuvazi dışı toplum kesimlerinin sınıf bilincine nasıl ulaşacağı ve mücadeleyi yükseltecek bir örgütlenmenin nasıl gerçekleştirileceği, kapitalizmin kendisine “yeni normal”ler ararken önümüzdeki en önemli meseledir.