Devlet, topluma dışarıdan dayatılmış sınıflar üstü nitelikte bir olgu ve güç değildir. Toplumun gelişmesinin belirli bir aşamasının ürünü olarak uzlaşmaz karşıtlıkların ve karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların çıkarlarını korumak ve kollamak için ortaya çıkmıştır. Sınıflar mücadelesini düzen sınırları içerisinde tutması için toplumdan doğan ama onun üstünde yer alan ve ona yabancılaşan bir erktir. Toplumun yönetenler ve yönetilenler ya da sömürenler ve sömürülenler şeklinde ikiye ayrılması ile birlikte ortaya çıkan ve sınıflar arası karşıtlıkları, çelişkileri “uzlaştırmak” ve “düzen” sınırları içine sokmakla görevli olan devlet, bu görevini başlıca “zora” dayanarak yerine getirir. Başka bir ifadeyle devlet ve yöneticileri olan egemen sınıflar, sömürdükleri sınıflar ile olan çatışmayı devletin temel siyasal güçleri olan ordu, polis, mahkemeler ve hapishaneler yoluyla gerçekleştirir.
Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenlemek ihtiyacından ve aynı zamanda bu sınıfların çatışması ortasında doğduğu için kural olarak en güçlü sınıfın, yani ekonomik bakımdan egemen olan sınıfın ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için kullandığı bir araçtır. Devletin varlığı, aynı zamanda sınıf çelişkilerinin uzlaştırılamaz olduğunun delilidir. Bu bağlamda köleci devlette köle sahipleri ile köleler, feodal devlette derebeyleri ile toprağa bağlı köylüler, kapitalist devlette burjuvazi ile proletarya arasında, yani toplumun temel sınıfları arasında çatışma vardır. Bu tarihsel süreçte her toplum biçimine özgü devlet tipleri ve devlet biçimleri olarak varlığını sürdüren devlet, emperyalist dönemde tamamen bürokratik ve askeri bir aygıt niteliği kazanmıştır.
Sol ve sosyalist harekete egemen olan “kadim devlet” geleneği, devlet, devrim ve demokrasi arasındaki diyalektik ilişkiyi doğru algılamakta çok zorlandı ve bunun bilincine geç bir dönemde vardı. 1960’lı yıllara kadar devletle uzlaşmaya ve düzenin çizdiği sınırlar içinde kalarak siyaset yapmaya çalıştıktan sonra, devrimci ve demokrat aydınların geleneksel olarak devletle ilişkileri ve Kapıkulu geleneği çözülmeye başladı. Bu yeni dönemde oligarşinin devlet ve toplum hayatı üzerindeki ideolojik, siyasi ve kültürel etkisi arttıkça, gelişen kapitalist üretim ve yeniden üretim koşulları kendi aydınlarını da yarattı. Devlete bağımlı hale gelen ve bu yüzden “devlet aydınları” niteliğine bürünen küçük burjuva aydınlar, ilk defa daha özgür koşullarda kendi ideolojik tutumlarını geliştirdi. Gerek demokratik hakların kullanımına ve korunmasına gerekse burjuva düzenin modern kurumlarıyla pekiştirilmesine bu yeni aydınlar kuşağı öncülük etti.
Dönemin gerçek sosyalist aydınları 1960’lı yılların ikinci yarısından sonra geçmişe bir tepki olarak devrimci gençlik hareketi içinden çıktı. THKO’nun başlattığı ve onu izleyen THKP-C’nin kent ve kır gerilla hareketiyle gerçekleşen 12 Mart Direnişi aydınlar için de bir yol ayrımı yarattı. Bu direniş sosyalist hareketin tarihinde mevcut düzen sınırlarını zorlayan, devlete ve oligarşiye karşı kafa tutan devrimci bir atılımdı. 50 yıllık reformist anlayışa karşı bir tepki ve aynı zamanda onun aşılması çabasıydı. Gerekçesinde de belirtildiği gibi 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesi, Türkiye’de ilk kez devlete kafa tutan bir avuç genç devrimcinin isyanına karşı yapıldı. Sonraki dönemi olağanüstü derecede etkileyecek olan bu devrimci atılım, sosyalist hareketi bir yol ayrımına getirirken oligarşiye de korkulu anlar yaşattı. Bu tehlikenin bilincinde olan oligarşi, devrimci ve demokratik hareketi yoğun bir saldırıyla yenilgiye uğrattı ve hareketin önderlerini imha eti. 12 Mart Direnişi’nden geriye bir yol ayrımı ve isyancı mücadele geleneği kaldı. Sonraki siyasal ve toplumsal süreç bu tarihsel mirasın üzerinde şekillendi. Mahirlerin 30 Mart’ta Kızıldere’de, Denizlerin 6 Mayıs’ta haykırdıkları devrimci şiarlar, yeniden üretilerek günümüze kadar taşındı.
12 Mart Direnişi Türkiye’de devletin niteliğinin ve devrimin güncelliğinin doğru algılanması anlamına geliyordu. Direniş, ülkede ilk kez devlet, devrim, demokrasi ve adaletin ne anlama geldiğinin net bir şekilde anlaşılmasını; devlete göre suç ve cezanın hangi ölçütlere göre oluştuğunun, devletin esas olarak kimleri cezalandırdığının, kimleri neden ve nasıl koruduğunun ortaya çıkmasını sağladı. Bu durumun farkında olan oligarşi yaşananlardan dersler çıkararak, eşitlik, özgürlük, demokrasi, barış ve adalet isteyenleri, hukuka aykırı gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler, yargısız infazlar ve kaybedilme yoluyla susturma yöntemlerini geliştirmeye başladı. Sınıf mücadelesinin yükselerek devam ettiği koşullarda oligarşi başının sıkıştığı her dönemde askeri darbeler yaparak devleti güçlendirmek için demokratik hak ve özgürlükleri sistemli olarak sınırladı. Bu süreçte faillerin kovuşturulmaması, sanıkların yargı önüne çıkarılmaması, bir yargı kararı ile cezalandırılmaması, çok az sembolik cezalarla cezalandırılması, cezaların zaman aşımı yoluyla ortadan kaldırılması, verilen cezaların uygulanmaması gibi yöntemlerle devlet yanlısı partilere ve paramiliter güçlere cezasızlık durumu uyguladı. Bununla da yetinmeyip son dönemlerde toplumun bir bölümüne “düşman hukuku” uygulayarak kutuplaştırma ve cepheleştirme politikasına başladı.
Gelinen aşamada devletin ve oligarşik sistemin devamı için beka sorunu her düzeyde ideolojik ve siyasal yaptırımın meşru hale getirilmesi, cezasızlık politikasının ve uygulamalarının dayanağını oluşturuyor. Bu cezasızlık politikası, devlet görevlilerinin ya da onların işbirliği halindeki illegal unsurların yaptıkları eylemlerin sürekli olarak inkâr edilmesine yol açarken, bu eylemleri gerçekleştirenler ödüllendiriliyor veya bu eylemleri ortaya çıkarma çabaları kamu kurumları tarafından engelleniyor. Devletin söz konusu eylemlere açık veya örtülü bir şekilde onay vermesi anlamına gelen bu politik tutum için yüzlerce örnek verilebilir. Bu bağlamda asla unutulmaması gereken, Susurluk olayıyla ilgili olarak dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in, “Devlet uğruna kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözüdür. Tüm iktidarların milli mutabakatını yansıtan açık ya da gizli olarak sergiledikleri bu tutum, devletin ve rejimin gerçek niteliğini gözler önüne sermektedir.