Meslek hayatım boyunca korkunç katliamlara çok doğrudan tanık oldum. İlk muhabirlik yıllarımda İstanbul’da Sinagog, HSBC, Konsolosluk gibi IŞİD’in yaptığı korkunç katliamları izledim. Ankara’da 10 Ekim gibi göz göre göre gerçekleştirilen katliamı, saldırıdan kısa süre sonra bütün vahşetiyle gördüm.
Bu katliamların hepsinde de sonra gazeteci arkadaşlarımla birlikte olay yerindeydim. Parçalanmış insan bedenine ve insan parçalarına basmamak için yoğun çaba sarf ediyorduk. Bütün bu korkunç katliamlar karşısında muhtemelen şok hali yaşadığımız için adeta kanımız çekilmişti. Sadece katliamı vicdan sahibi olanlara göstermeye, olayın vahametini dünyaya anlatmaya çalışıyorduk. Duygularımız alınmış, donmuş gibiydik. Vahşet sahiplerine yönelik öfke doluyduk. Ancak bütün bu inanılmaz katliamlar ve görüntüler karşısında gözümden tek damla yaş akmadı. Lanet okudum, isyan ettim, günlerce etkisinden kurtulamadım, birçoğu kabuslarıma girdi. Ama hiçbirinde kendimi çaresiz, tükenmiş, umutsuz hissetmedim. Aksine öteki olarak bütün bu vahşet saldırılarına maruz kalmış olmamızın gücünü ve güvenini yaşadım.
Ta ki yıllar sonra Ankara’da sıradan bir günde o korkunç haberi alana kadar. 2017 yılı bir sonbahar akşamı gazeteci arkadaşımız Eren’in evine davetliydik. Annesi özene bezene yöresel ev yemekleriyle sofrayı donatmış ve bizleri sıcacık bir sofranın etrafında toplamıştı. Sonra o korkunç haber geldi. Lokmalar boğazımızda düğümlendi. Yediklerimiz haram oldu. O dost sofrası matem havasına döndü. Hayatını kaybeden Aysel Tuğluk’un annesi Hanım Tuğluk’un cenazesi saldırıya uğramış, mezarlıktan çıkarılmaya çalışılmıştı. 40 yıllık çatışma ve yaratılan onca düşmanlığa rağmen bu topraklarda daha önce böyle bir şey yaşanmamıştı; hiç kimse cenazeye, ölüye el uzatma cüretini göstermemiş, toplumsal ayıplanma ve dışlanma korkusuyla açıktan böyle bir kötülüğe yönelmemişti.
Sanırım Selman (Güzelyüz) arkadaşımız zaten cenaze merasimini takip etmek için olay yerindeydi. Biz de apar topar mezarlığa ulaştığımızda, cenaze mezardan çıkarılmış, yeniden morga kaldırılmıştı. O gece mezar başında ağladım; gözyaşlarım boş mezara aktı. Bu yaşananlara tanık olmanın utancıyla ölmek ve yok olmak istedim. Yıllar yılı, Sinagog, HSBC, konsolosluk gibi büyük katliamları büyük bir soğukkanlılıkla çeken, görüntüleyen, aktaran, üzerinde konuşan ve bunu da bir mesleki gereklilik olarak gören ben gitmiş yerine duygularına yenilmiş ben gelmiştim. Boş bir çuval gibi beni kollarımdan tutup kaldıklarında sanırım o gece ruhumu boş mezarda bıraktım.
Çünkü o gece kulağımı dolduran zombilerin uğultusu beni bir daha hiç terk etmedi. O günden sonra “ölü etine aş eren”, yaşarken ruhlarını çürütmüş insan topluluğu bu topraklarda gittikçe artmaya başladı. Zombiler çoğalarak Türkiye’nin her yerini sardı, her yerine yayıldı. En zombiler topluluğunu toplu halde İbrahim Gökçek’in cenazesini kovalarken, mezarına saldırmaya çalışırken gördük. Şimdi bu zombiler mezarlık mezarlık ölülere saldırmaya, mezar taşlarını kırmaya organize olmuş durumda. Bu zombilerin örgütlenme alanı mezarlıklardır. Rejim gittikçe, hiçbir değeri, ilkeyi, ahlakı, yasayı, hukuku, duyguyu, insani olanı tanımayan zombiler rejimine dönüştü. Bunları kah TV ekranlarında 50 kişilik ölüm listeleri açıklarken, komşularına yönelik ölüm planlarını deşifre ederken, kah kendi karanlıkları içinde yüzlerini gösterip “biz sokağa çıktığımızda eşlerinizi (kendi ifadesiyle karılarınızı) çocuklarınızı nasıl koruyacaksanız” tehditleri savunurken görüyoruz. Bunları aynı duygusuzluk ya da iyiye ve güzele olan düşmanlıkları sonucu Nusaybin sokaklarında bebek yaştaki sebilere silahla saldırırken, onları korkutmaya çalışırken görüyoruz.
Bunlar sadece insani olanı tüketmek ve onu çürütmekle yetinmiyor, yaslandıklarını iddia ettikleri ve esasen dünyaya sevgi, merhamet, iyiliği yayma amacında olan dini ve inancı da çürütüyorlar. Bu korkunç tablo içinde kendi yandaşlarına “günah işleme, çirkinleşme ve çürüme hakkı” tanıyan bir dini inanış gelişiyor. Bunca zombileşmeye karşı tek bir kelam etmeyen, ölüye, mezara el uzatmayı sorun olarak görmeyen fetvacılık anlayışlarıyla hareket ediyorlar. Bu da kendi yandaşlarının ruhlarını teslim ederek, ölüler gibi yaşam alanlarında gezmelerini ve zombileşmelerini beraberinde getiriyor. Üstelik ölü kovalayan, mezarlıklara saldıran zombiler vatansever; iyilik güzellik, paylaşım için çalışanlar vatan haini oluyor!
Bu zombilerden kaçış yok. Bu zombilerle ancak mücadele edilebilir. Aksine bütün toplumun bu illetin etkisine girerek zombileşmesi, birbirini boğazlamaya başlaması, ölüm listelerinin artması, ölülere yönelen kötülüğün şirazesinden çıkması önlenemez. Hatun Tuğluk’un cenazesinde ortaya çıkan zombilere karşı etkili bir tepki örgütlenmiş olsaydı, İbrahim’in cenazesinde bunlar ortaya çıkmayacaktı. O yüzden toplum zombileşmeyi, bu ruhsal çürümeyi kendisine reva görmüyorsa en kısa sürede zombileşmeye karşı ahlak, değer, etik ve yasa mücadelesini etkili bir şekilde büyütmek durumundadır.