Hişyar Özsoy*
Kültürel antropolog Eva Domaska tarih ile mezar arasındaki ilişkiyi, “Ölüm olmasaydı tarih de olmazdı. Tarih ölümden beslenir. Tarih mezarda başlar” diye tarif eder. Tarih mezarda başlıyorsa eğer, devlet öldürdüğü Kürtlerin cansız bedenlerinden ne ister?
Latince’de “humanitas” (insan) kelimesi “humando” (gömmek) kökünden gelir; insan ölüsünü gömebilen varlık demektir. Kürtçe’nin Kurmancî lehçesinde “mirin” ile “mirov”, Dimilkî lehçesinde “merde” ile “merdim/mordem” arasında da muhtemelen benzer bir etimolojik ve semantik ilişki söz konusudur. Tabiatın diğer varlıklarından en temel farklarımızdan biri bu belki de; ölülerimizi gömebilmek. İnsan topluluklarının yaşama ve ölüme yükledikleri anlamlar, bu olgular etrafında geliştirdikleri sembol ve ritüeller devasa bir çeşitlilik gösterse de, ölüsünü gömmek evrensel olarak toplumların zamansal ve mekansal devamlılığını sağlayan bir pratik olarak karşımıza çıkar. Birçok halk mezarları ile zamana ve mekana iz düşer, varlıklarını tarihe ve toprağa kaydederler. Kültürel antropolog Eva Domaska tarih ile mezar arasındaki ilişkiyi, “Ölüm olmasaydı tarih de olmazdı. Tarih ölümden beslenir. Tarih mezarda başlar” diye tarif eder. [1] Tarih mezarda başlıyorsa eğer, başkaldırdıkları için devlet tarafından öldürülen Kürtlerin mezardan mahrum bırakılmalarını nasıl anlamak gerekir? Devlet öldürdüğü Kürtlerin cansız bedenlerinden ne ister?
Diğer halklar gibi, Kürtler de ölülerine büyük anlam atfeder, saygı ve sadakat ile yaklaşır, onları gelenek ve inançlarına göre doğru buldukları, layık gördükleri şekilde gömer ya da gömmek isterler. Dahası, geleneksel Kürt kültüründe “ölüyü yerde bırakmak” ayıp ve utanç sebebi sayılır, ölüsünü yerde bırakanlar ölülerine karşı son görevlerini yerine getiremeyenler toplumda kabul görmezler. Ancak, zor ve şiddet ile modern tarihin dışına itilmiş bir halk olan Kürtler için son yüzyılda ölülerini gelenek ve inançlarına uygun bir şekilde gömmek pek de kolay olmamış, devlet iktidarının kendisine itaat etmeyi reddeden Kürtlerin cenazelerine yönelik egemen tasarrufları Kürt meselesinin temel çatışma alanlarından birisini oluşturmuştur.
Kültürel ulus kuramcıları milliyetçi ideolojiler ile ölüm arasında tarihte öncesi olmayan kurucu bir ilişki olduğunu belirtirler. [2] Ulus-devletlerin farklı halkların bir arada yaşadıkları toprakları tek bir etnik grubun “milli vatanı” olarak inşa etme süreci, yerin yalnızca üstünün değil, altının da tek bir ulusun egemenlik arzularına göre yeniden düzenlenmesini içerir. Bu sebepledir ki, örneğin, Türk ulus-devletinin inşa sürecinde Anadolu ve Kuzey Mezopotamya topraklarının gayrı Müslim halkları, tarihsel yurtlarında fiziksel olarak yok edilmekle kalmamış; mezarları, anıtları, ibadet yerleri ile diğer kültürel ve tarihsel izleri de tahrip edilip silinerek ulusal tarih ve mekânın dışına atılmışlardır. Dahası, ulus-devletler kendi ölülerini ulusal şahadet çerçevesinde yüceleştirip ölümü ulusal kimliğin inşasının ayrılmaz bir parçası olarak kurarken, kendisine başkaldırıp isyan edenleri sadece biyolojik olarak öldürmekle yetinmez, öldürdükleri bedenlerin bir anlam ve değere dönüşmesini engellemek için onları sembolik ve politik olarak da öldürmek için her türlü yol ve yönteme de başvururlar. Marquis de Sade’nin ifadesi ile, düşman olarak gördüklerini bir defa değil (biyolojik), ikinci bir kez daha (sembolik) öldürmek isterler. [3]
Kürtler bu egemen sistem içinde paylarına düşen kimliksiz yaşama itiraz ettikleri yerde, Sade’nin öngördüğü şekilde, hem biyolojik hem de sembolik ölüm rejimlerinin değişik biçimlerine maruz kalmışlardır. İşkence edilen, derelere atılan, askeri ciplerin arkasında sürüklenen, dipçiklenen cenazeler, askeri çöplük veya kimsesizler mezarlıklarına atılanlar, “kutsal vatan topraklarını kirletiyor” diye gömüldükleri yerlerden çıkarılıp ellerle parçalanan cesetler, bombalanan mezarlıklar, tahrip edilen mezarlar, kırılan mezar taşları… Sonuç olarak, sadece son otuz yılda mezardan mahrum bırakılan ve insan gibi ölmesine müsaade edilmeyen Kürtlerin sayısı onbinlerle ifade ediliyor. Bu ölülerin birçoğu halen Araf’ta asılıdır. Sadece ölüler değil Araf’ta kalan. Geride kalanlar da hayat ile ölüm arasındaki zaman-mekanda huzursuz ruhları ile asılı duruyor. Cenazeler bulunamadığı için “bir gün çıkıp gelecek” umudu acımasız bir melankolik şüphe haline dönüşürken, geride kalanlar için yas bir türlü bitmiyor, ölüm hali süreklileşiyor. Ne ölüler tam ölebiliyor ne de yaşayanlar hayata kaldıkları yerden devam edebiliyor. Hayat ile ölüm arasında acımasız bir sıkışma, hayat ile ölümün içiçe geçtiği gayrı-insani bir insanlık hali.
Antigone’un hikâyesi
Judith Butler, “yası tutulamayan hayat hayat değildir” diyor. [4] Çünkü, hangi ölüm için yas tutulup tutulamayacağı, ölen kişinin “insan” olarak kabul edilip edilmediğine bağlıdır. Tam da bu mantıktan hareketle, egemenler kendilerine başkaldıranlar ya da itaat etmeyenler için yas tutulmasına, mezar yapılmasına çoğu kez müsaade etmez, onlarla kavgalarını Araf’a ve diğer dünyaya taşırlar. Ölüleri cezalandırma arzu ve siyaseti böylesi bir mantığın ürünüdür. Yas ve mezardan mahrum bırakma bir “insanlıktan çıkarma” (dehumanizasyon) stratejisi, bir egemenlik pratiğidir. Modern dünyada mezarsızlığa sistemli bir şekilde maruz kalan Kürtlerin durumunu belki de en iyi ifade eden paradigmatik örnek Sofokles’in Antigone tragedyasıdır. [5] Hikâyeye göre, Tebes kralı Kreon’un iki yeğeni savaşa tutuşur. Biri amcasına isyan etmiştir, diğeri amcası için kardeşine karşı savaşmaktadır. Savaşta her iki kardeş de ölür. Kreon kendisine sadık yeğeni için büyük bir cenaze merasimi yapılmasını emreder. İsyan eden yeğeni için ise yas tutulmasını yasaklar, cesedinin savaş meydanında bırakılıp kurda kuşa parçalatılmasını buyurur. Daha on yedi yaşında bir kız olan Antigone amcası Kreon’un bu buyruğunu çiğneyerek kardeşinin parçalanmış bedenini savaş meydanından alarak gizlice bir mezara gömer. Antigone yakalanıp Kreon’un huzuruna çıkartılır. Kreon önce Antigone’a yas tutulmaması ve mezar yapılmamasına dair verdiği emri bilip bilmediğini sorar. Antigone emri bildiğini, ancak kardeşinin cenazesini yerde bırakamayacağını, kralın emrinin tanrıların yasalarına aykırı olduğunu söyler. (Antik Yunan’da her vatandaşın gömülme hakkı kutsaldır. Kreon verdiği emir ile hem vatandaşlık hem de tanrıların hukukunu çiğnemiştir). Aldığı bu cevap üzerine öfkeden deliye dönen Kreon Antigone’u bir mağaraya hapseder. Antigone’un ifadesi ile “hayat ile ölüm arasında” bir yer gibidir bu mağara. Kendisine danışmanlık yapan kör kâhin, Kreon’a hem halkı hem de tanrıları kızdırdığını, kararından vazgeçmezse kendisini de benzer bir sonun beklediğini söyler. Kâhinin bu uyarı ve telkinleri sonucu, Kreon kısmen korku, kısmen pişmanlık duyguları ile Antigone ve kardeşine verdiği cezayı kaldırır. Ancak, çok geç kalmıştır. Antigone hapsedildiği mağarada intihar etmiştir. Bunu duyan ve Antigone’a aşık olan Kreon’un oğlu da intihar eder. Bu haberi duyan Kreon’un karısı da kocasına lanetler yağdırarak canına kıyar. Hikâye Kreon’un pişmanlık içinde ağlayıp kıvrandığı sahne ile son bulur. Kreon da Sezar gibi çirkin bir surat olarak çoktan tarihteki kötücül yerini almışken, Antigone egemenlerin adil ve insani olmayan yasalarına karşı mücadele için ilham kaynağı olmaya devam ediyor.
İki Said, bir Seyyid
Mezarsızlık ve ölülerin cezalandırılması açısından bakılınca, Antigone’un hikâyesi Kürtlerin Cumhuriyet tarihi ile ilişkilerinin özet bir ifadesi gibidir. Cumhuriyet tarihinin ilk kapsamlı Kürt isyanını yürüten Şeyh Said ve 46 arkadaşı Diyarbakır’da idam edilmelerinin ardından bir de mezarsız bırakılarak cezalandırılır. 47 kişi bugün bile yeri tam olarak bilinmeyen Dağkapı’daki bir çukura gömülür. Şeyh’in darağacına giderken bir mahkeme üyesine hitaben sarfettiği “Mahşer günü seninle muhakeme olacağız” sözleri ise halen Dağkapı Meydanı’nda çınlamaktadır. Seyyid Rıza, oğlu ve arkadaşlarının 1938 yılında Elazığ’da asılmalarının ardından cesetlerine ne olduğu bilinmez; ya bilinmeyen bir yere gömüldüler ya da yakıldılar. Seyyid’in de son sözleri hala Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda yankılanmaktadır: “Evlad-ı Kerbelayız, bihatayız, ayıptır, zulümdür, cinayettir.” Said-i Kurdi’nin ölü bedeni ise 1960 askeri darbesinden sonra Urfa’daki mezarından çıkartılıp ya uçaktan denize atılmış ya da Isparta’da bilinmeyen bir yere gömülmüştür. Walter Benjamin’in ünlü “Tarih Tezleri”nde “yenildiklerinde ölüler bile düşmanının öfkesinden kurtulmayacaktır” dediği durum tam da bu olsa gerek. [6] Kürtlerin modern Cumhuriyet dönemindeki bu mezarsızlık durumunu basit bir tarihsel tesadüf olarak değil, devletin Kürt coğrafyasına dair egemenlik paradigması ve ölüm rejimlerinin direk ve sistemli bir sonucu olarak görmek gerekir. Kendi vatanlarında içine girebilecek dört metre karelik toprak ile bir mezartaşı bile bulamayan iki Said ve bir Seyyid’in kayıp mezarları, bölgesel-mezhepsel aidiyetleri ile politik-ideolojik yönelimleri ne olursa olsun, Kürtlerin devletin egemenliğini sorguladıkları takdirde başlarına neyin geleceğinin bir ifadesi; hayat ile ölüm arasına zor ve şiddet ile sıkıştırılmış bir tarihin sembolik ve acımasız resmidir.
Ölüm, egemenlik, direniş
Devletin sözkonusu politikaları Kürt siyasal hareketinin 1980’lerden itibaren kazandığı ivmeyle birlikte daha sistematik bir hal aldı. 2002 yılının sonuna kadar yürürlükte kalan Olağanüstü Hal yönetimi altında, çatışmalarda hayatını kaybeden gerillaların toplu mezarlar ya da “kimsesizler” mezarlıklarına gömülmeleri, cenazelerin halktan kaçırılması, tüm baskı ve şiddete rağmen çocuklarının ölü bedenlerini arayan ailelerin maruz kaldığı baskı ve hakaretler, cenaze törenlerinin yasaklanması gibi türlü uygulamalar rutinleşti. Malum, ölenler “kimsesiz” değildi. Mesele, devletin biyolojik olarak öldürdüklerini toplumsal-sembolik olarak yalnız ve “kimsesiz” bırakma, Kürtlerin ölülerini yaşayanlarından ayırma, Kürtlerin hayatı ile ölümü arasında egemen sınırlar çizip bu sınırları sert bir şekilde kontrol etme çabasıydı.
Ne var ki, devletin cenazelerine reva gördüğü bu uygulamalar Kürtlerin siyasi ölümler etrafında güçlü bir direniş mitolojisi ve mücadele geleneği oluşturmasına vesile oldu. PKK’nin 1980’lerin sonlarından itibaren bir halk hareketine dönüşmesini tetikleyen kritik alanlardan bir tanesi devletin gerilla cenazelerine yönelik uygulamaları idi. 1980’lerin sonunda Siirt’te askeri çöplük alanı olarak kullanılan Kasaplar Deresi’ne PKK’li tutsak ve gerillaların cesetlerinin atıldığı ortaya çıkınca Kürtler arasında ciddi bir öfke ve duyarlılık oluştu. Gerilla cenazeleri dağlardan şehirlere geldikçe, önce Cizre, Kızıltepe ve Nusaybin gibi ilçelerde başlayan protestolar kısa bir sürede neredeyse tüm Kürt illerine yayılmış, 1990’ların başındaki serhildan sürecinin ortaya çıkmasına vesile olmuştu. 1991’in Temmuz’unda Diyarbakır’da Vedat Aydın için yapılan cenaze töreni ile bu direniş dalgası doruğa ulaştı. Ölümler etrafında yaratılan bu mücadele geleneği cenaze törenleri ve protestolarla sınırlı değildi şüphesiz. Ölenlerin ardından yakılan ağıtlar ve türküler, düğünlere dönüştürülen ölümler, ölenlerin isimlerinin yeni doğan çocuklara, dağlara, tepelere, vadilere ya da sokaklara verilmesi, gelenekselleşen anma törenleri gibi etkinlikler ölenlerin bir ulusal direniş mitolojisi içerisinde politik ve sembolik olarak ölümsüzleştirilmelerini beraberinde getirdi. Bu süreç boyunca Kürtler arasında ölümün anlamı ciddi şekilde değişmiş, biyolojik ölüm bir anlamda ölüm olmaktan çıkmış, ölümün hayat ile politik bağı kurulmuş, acı ve yas gibi temelde şahsi olan duygular kolektif politik durumlara dönüşmüştür. Sonuç olarak, devlet ile mücadele içerisinde olan Kürtler öldürüldükçe, Kürt hareketi hem sayısal, hem de siyasal ve sembolik anlamda sürekli olarak büyümüştür. Musa Anter’in öldürülmeden bir süre önce okuduğu dizelerdeki cellatın çözemediği bilmece Kürtler arasında ölümün değişen anlam ve üretkenliğine çarpıcı bir örnektir: “Ve cellat uyandı yatağında bir gece/ Tanrım dedi, bu ne zor bilmece/ Öldükçe çoğalıyor adamlar/ Ben tükenmekteyim öldürdükçe.”
Egemen olmak en son kertede kimin yaşayıp kimin öleceğine karar vermek, ölümün şekil, anlam ve değerinin ne olacağına hükmetmekse, kayıp mezar ve cenazelerin tarih ve toprak ile bağını kurmak, onları anlam ve değer dünyasına taşımak Kürtlerin yürüttüğü egemenlik mücadelesinin merkezinde olmaya devam edecek gibi görünüyor. Çünkü, Kürtler son otuz yılda tekrar tekrar öğrendiler ki cenazelerine sahip çıkamayan, yani ölüm alanında yenilen bir halkın hayatta egemen olma şansı da çok fazla yoktur. Her türlü risk ve zahmeti göze alıp ölülerine sahip çıkmaları biraz da bundandır. Devletin bu bilinci edinmiş Kürtler ile barış yapabilmesinin bir yolu ölülerini cezalandırmaktan vazgeçip bu konuda kendi geçmişiyle derinlikli bir hesaplaşma içine girişmek ve adil olmanın yolunu aramak olabilir. Nihayetinde, bedeli ağır olsa da Antigone ile Kreon’un mücadelesinde kazanan ve insanlık tarihine miras kalan Kreon’un hayatı trajediye boğan egemen zulmü, kibri ve had bilmezliği değil, en insani talebin temsilcisi olan Antigone’un kardeşinin ölü bedeni için giriştiği haklı, amansız ve tavizsiz tavrı olmuştur.
[1] Eva Domanska. “Toward the Archaeontology of the Dead Body,” Rethinking History 9:4 (2005), sayfa 398.
[2] Benedict Anderson. Imagined Communities: Reflections on the Origins and Spread of Nationalism. London: Verso, 1983.
[3] Marquis de Sade. Juliette. New York: Grove Press, 1968.
[4] Judith Butler. Precarious Life: The Powers of Mourning and Violence. London: Verso, 2004, sayfa 34.
[5] Sophocles. Antigone. Reginald Gibbons and Charles Segal, eds. New York: Oxford University Preş, 2003. Ayrıca bakınız: Judith Butler. Antigone’s Claim: Kinship between Life and Death. New York: Columbia University Press, 2000.
[6] Walter Benjamin. Illuminations: Essays and Reflections. New York: Schocken, 1968, sayfa 255.
*HDP Diyarbakır Milletvekili
**Güncelliğini koruyan bu yazı, 7 Mayıs 2012 tarihinde Yeni Özgür Politika Gazetesi’nin eki PolitikART tarafından yayınlandı.