Deniz Bingöl
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın eşcinsellikle ve evlilik dışı ilişkiler ile ilgili sarf ettiği sözlere, Ankara Barosu ve devamında Diyarbakır Barosu’nun eleştirel cevap vermesi ile başlayan tartışmaya, Cumhurbaşkanı’ndan, Adalet Bakanlığı’na, muhalefet partileri ve çok sayıda kesim dahil oldu. Sonuç olarak Cumhurbaşkanı ve iktidar partisi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarafını tutunca, Ankara ve Diyarbakır barolarına soruşturma başlatıldı. Görünen o ki bu tartışmalar bir süre daha devam edecek.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açıklaması ayrımcılık, nefret söylemi içeren, ötekileştiren bir açıklama mıdır? Sanırım buna cevabı evet olanlar ile hayır olanların çatışmasına tanık olmaktayız.
Eşcinselliğin, inancınıza, değerleriniz veya dünya görüşünüze göre hastalıklı olduğunu düşünebilirsiniz. Nitekim tarihsel olarak, bir kimliğin hastalıklı, aciz, ötekileştirilmiş olarak görüldüğüne defalarca tanık olunmuştur. Bundan nasibini en fazla alan kimliklerin başında da eşcinsellik gelmektedir. Ötekileştirilen bu kimlikler her türlü ayrımcılığa, zulme, baskıya maruz kalmıştır. Öyle ki bazen bu baskının boyutu insan havsalasına sığmayacak derecede ileri gitmiştir. Bunun en ileri boyutunu, Nazi Almanya’sında görmekteyiz. Daha kritik sorunlar ise, ayrımcı ve nefret içerikli bu yaklaşımların iktidara taşındığı, antidemokratik ve hukukun üstünlüğünü yitirdiği devletlerde ortaya çıkmaktadır. Böyle devletlerde hukuk mekanizmaları, bu kimlikler için güvence olmaktan çıkacağı gibi, bu kimliklerin aleyhine kullanılır. İşte, ülke olarak tam da bu konumda olduğumuz için, hukuk mekanizmalarının, ayrımcı dili kullananlar değil de ayrımcılığa karşı mücadele edenler üzerinde baskı kurmanın ve cezalandırmanın bir aracı olarak kullanıldığını görmekteyiz.
Unutulmaması gereken bir noktada, baskılardan kurtuluş ve kendi kimliklerine kavuşmak ve özgürce yaşayabilecek alanlar yaratmak, hiç öyle yukardan indirilen bir anlayışla elde edilmemiştir. Tamamıyla mücadeleler sonucu verilen bedellerle elde edilmiştir ki halen bu noktada mutlak eşitliğin sağlanması ve her kimliğin özgürce kendisini gerçekleştirebileceği alanlar yaratılması için mücadeleler verilmektedir. Nitekim bu ayrımcı söylemleri barındıran toplumlara karşı, hukuksal mücadelenin yanında politik mücadele vermek her zaman gerekli olmuştur.
Türkiye 2010 yılında, demokratikleşme adına son derece önemli olan bir adım atıp, eşitsiz konumda bulunan ve ötekileştirilmiş kimlikler için önemli güvenceler getiren, İstanbul Anlaşması’na taraf oldu. Bu sözleşme kapsamında, herhangi bir kimliğin şiddete veya ayrımcılığa maruz kalmasına yol açacak yasal düzenlemelerin önü kapatılmış oldu. Bu anlaşmadan rahatsızlık duyan kesimler sürekli vardı. Bu kesimler genel olarak milliyetçi, muhafazakar siyasal islam ideolojisini benimseyen kesimler oldu. Son süreçlerde iktidarın politikaları da bu paralelde olunca, bu kesimlere, kamusal alanda sözleşmeye istediği gibi saldırmak için zemin oluştu. Çoğu kişinin aklından şu soru geçmiş olabilir. Sözleşmeye taraf olan iktidar partisi, aynı parti olmasına rağmen, ne oldu da şimdi sözleşme karşıtı kesimlere destek veren konuma geldi? Demokrasi ve hukuk kurumlarının gelişkin olmadığı devletlerde, iktidar partisi, iktidarının tehlikeye girmesi ile birlikte, iktidarını koruyabilme adına otoriterleşme eğilimi içerisine girmektedir. Bu andan itibaren, önemli olan kamunun çıkarı değil, iktidarlarının çıkarlarına uygun politikalar olur. Bu eğilime girerken de kamusal alandaki uygulamaları kendi ideolojik düşüncesi ve inançları paralelinde ortaya çıkar.
Nitekim siyasal islam ve milliyetçi muhafazakâr bir temelden gelen AKP’de iktidarını kaybetmekle yüz yüze kaldığı dönemlerden beridir, kendi ideolojik düşüncesine uygun uygulamaları içeren bir otoriterleşme eğilim içerisinde hareket etmektedir. Günümüz demokratik, çağdaş, gelişmiş, seküler toplumlarda, nefret söylemlerinin kamusal alanda dile getirilmesi durumunda, karşılık olarak hukuksal yaptırımlar uygulanır. Eğer ki Türkiye bir hukuk devleti olsaydı, Diyanet İşleri Başkanı’nın, eşcinselleri ve evlilik dışı ilişkileri, ötekileştiren ve lanetleyen söylemlerinin, ayrımcı bir dil olduğu ve kanımca hem uluslararası sözleşmeler hem de Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama suçu başlığı altında düzenlenen TCK m.216’ya göre yargılanması gerekirdi. Çünkü kullanılan dil ayrımcılık ve şiddet içerdiği için ifade özgürlüğünü aşan ve hukukun korumaya çalıştığı değerleri yok etme eğiliminde olan bir dildir. Ancak bırakın hukuk mekanizmalarının bu söylemlere karşı harekete geçmesi, ayrımcı ve nefret dilini kullananlar tartışılmadı bile. Bunun yerine bunu eleştirenlere karşı duranlara soruşturma açıldı.
Türkiye demokratik bir hukuk devleti olmaktan uzaklaşıp, tek bir kişinin iktidar odaklarını kendisinde birleştirdiği, her şey hakkında karar mercii olduğu bir yönetim eğilimine uzun süreden beridir girmiş bulunmakta. Giderek otoriterleşen bu düzende, Cumhurbaşkanı’nın bütün iktidar odaklarını kendisinde birleştirdiği otokratik bir yönetim oluşturulmak istenmektedir. Bertelsman Vakfı’nın Dönüşüm Endeksi’nde Türkiye “ılımlı otokrasi” olarak sınıflandırması da iddiamızın doğruluğunu destekleyen bir araştırmadır. Cumhurbaşkanlığı’nın söylemlerinin yasaların önüne geçtiğine defalarca tanıklık ettik. Buna bir kez daha bu tartışma sürecinde tanıklık etmiş bulunmaktayız. Ne yani, hukuk mekanizmaları, ayrımcılık yapan, nefret söyleminde bulunan bir kişiye karşı, ulusal yasalar ve uluslararası sözleşmelere uygun olarak hukuk devletine yaraşır bir yaptırım ile mi yargılayacak, yoksa tek kişinin istediği yönde hareket ederek, ayrımcı dili eleştiren mi yargılayacak?
Demokratik herhangi bir söyleme ve eleştiriye tahammülü kalmayan, ayrımcılığı savunan bir iktidar anlayışı ile karşı karşıyayız. Hatta herhangi bir söyleme tahammülsüzlükleri, saldırıyla sonuç bulmaktadır. Tabi, ilk olarak saldırdıkları yer, karşı tarafın yasal güvencelerini ortadan kaldırmak veya bu yasaları tartışmaya açarak kendi istedikleri bir yasal zemine çekmek olmaktadır. Bu duruma neredeyse bir asır önce, Hannah Arendt şu sözleri ile dikkat çekmiştir: “Totaliter eğiliminde olan rejimler, ötekileştirdikleri, muhalif gördükleri kesimlere istediklerini yapabilmek için öncelikli olarak, o kesimleri yasal güvenceden mahrum bırakırlar. Böylelikle bu kesimlerin haklara sahip olma hakları ellerinden alınmış olur ki, bu durumda kolaylıkla hedef haline getirilebilir.”
Baktığımızda -ki senaryoda yapılmak istenen de tam da bu gibi durmaktadır- oluşturmak istedikleri düzende, kendi ideolojilerine ve inançlarına ters düşen kesimleri öncelikli olarak hukuksal güvencelerinden mahrum bırakmak istemektedirler. Bu şekilde istedikleri gibi saldıracak, istedikleri gibi ayrımcı dili kullanabilecek ve hastalıklı muamelesi yapacaklardır. Aynı şekilde tutumundan memnun olmadığı her kurumun, kuruluşun, meslek odasının yasal çerçevesini değiştirmeyi hedef alan bir politika benimsemeleri de bu düşüncenin bir tezahürüdür. Nitekim, iktidara muhalefet ettikleri gerekçesi ile Barolar Birliği ve Türk Tabipler Birliği seçimleri ile ilgili yasal bir düzenleme yapma ihtiyacı Cumhurbaşkanı tarafından dillendirildi. Gerekçe ne peki? Yapısal veya demokratik bir gereklilik mi? Tabi ki de hayır. Muhalefet etmeleri.
Bu bağlamda ele alındığında, İstanbul Sözleşmesi’nin önemi daha da iyi anlaşılabilir. Anayasa m.90/5’e göre, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004- 5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Buna göre şu an hükümet olarak, istedikleri yasayı çıkarsalar bile, İstanbul Anlaşması ile çatıştığı bir konuda, yasa hükümsüz kalacaktır. Bu nedenle temel güvence olan İstanbul Anlaşması’na bu denli bir saldırı gerçekleşmektedir. Aynısına Anayasa değişiklik sürecinde de tanıklık etmedik mi? Anayasa Cumhurbaşkanı’nın antidemokratik tutumlarına müsaade etmeyen bir konumdaydı. Ne yaptılar? Kendilerine uygun bir değişiklik yaparak yetki alanını genişletti. İstanbul Sözleşmesi’nin feshi tartışmalarını, öncelikli olarak ‘geleneksel aile birliğini yıkmaktadır’, ‘toplumu yozlaştırmaktadır’ savı üzerinden son derece temelsiz söylemler ışığında gerçekleştirseler de toplumda pek karşılık bulmadı. Şimdi de cinsel eğilimler üzerinden bu tartışmayı tekrardan açmak istemektedirler.
Bu süreç, ötekileştirilen, eşitsiz konumda olan tüm kesimler için bir tür güvence teşkil eden, İstanbul Sözleşmesi’nin iptali ile son bulur mu bilemiyoruz. Ancak milliyetçi, muhafazakâr kesimlerin taleplerinin iktidarca son derece desteklendiği görülmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha önce sözleşme için “bizim için ölçü değildir” demesi, yine Diyanet İşleri Başkanı’nın ayrımcı söylemlerini desteklemekle kalmayıp, bunu eleştirenleri devlete saldırı yapmak ile suçlaması iktidarın tarafını belirlediğini göstermektedir. Sözleşmeden çekilmesi için başlatılan imza kampanyaları iktidara yakın çevrelerce desteklenmesi, iktidara yakın bazının sürekli sözleşmeyi hedef alması, muhalif hiçbir kesimin sokağa çıkarak demokratik herhangi bir eylem yapmasına izin vermediği süreçlerde İstanbul Sözleşmesi’ne karşı eylemlere müsaade etmesi, iktidarın tutumunu ortaya koyan uygulamalardan sadece birkaçı.
Çağdaş demokratik, insan haklarını benimseyen her toplumda, olması gereken tüm kimliklerin, her bir bireyin, Arendt’in deyişi ile kendi farklılıklarını koruyarak var olabileceği, eylemde, söylemde bulunabildiği bir kamusal alan tahayyülü için mücadele etmek gerekir. Bu tarzda toplumu derinden kutuplaştıracak, belirli kesimleri aşağılayan ve hedef gösteren söylemlerden uzak durmak ve bu söylemlere karşı durmak her bireyin ahlaki yükümlülüğüdür diye düşünüyorum. İstanbul Sözleşmesi’ne bu denli saldırı gerçekleşirken demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını benimseyen ve bunun için mücadele eden her kesimin her zamankinden daha çok sözleşmeye sahip çıkması gereklidir.