Doçent Dr. Bülent Küçük, koronavirüsün toplumsal ve siyasal etkilerini gazetemize değerlendirdi. Küçük’e göre kriz küresel toplumun içinden geçtiği toplumsal, siyasal ve ahlaki gibi çoklu yapısal krizleri daha da görünür kıldı
Hüseyin Kalkan
Doçent Dr. Bülent Küçük, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi. Sosyoloji bölümünde çalışmalarını sürdüren Küçük’e göre korona virüs krizi toplumun farklı sınıf ve katmanlarını farklı şekilde etkiledi. Ayrıca bu mesele ile baş etmesi beklenen başta devlet olmak üzere küresel ve yerel idari ve siyasal yapıların krizini de gün ışığına çıktı. Salgının ortaya çıkması ile birlikte, başlayan sistem tartışmasına farklı bir bakış açısı getiren Küçük’ün sorularımıza verdiği yanıtları ilgi ile okuyacağınıza inanıyoruz. Virüs, krizi ve sistem konulu bu tartışmamızı başka isimlerle de sürdüreceğiz.
- Bu krizi sadece bir sağlık krizi olarak okuyabilir miyiz? Körüklenen böyle bir yaklaşım var?
Bu kriz temelde global ölçekte toplum sağlığını ilgilendiren bir mesele olmakla beraber küresel toplumu oluşturan çeşitli sınıf ve katmanları aynı şekilde ve aynı şiddette etkilemediğinden kaynakların eşitsiz dağılımına dayanan bir küresel rejim krizi. Aslında bu kriz küresel toplumun içinden geçtiği toplumsal, siyasal ve ahlaki gibi çoklu yapısal krizleri daha da görünür kıldı. Söz konusu toplum sağlığı ve güvenliği krizi hem kapitalizme içkin olan bir takım eşitsizlikleri ayyuka çıkardığı için ahlaki/moral bir krize tahvil oluyor (kim yaşamaya değer ve kim ölüme terkedilebilir meselesi), ve hem de bu mesele ile baş etmesi beklenen başta devlet olmak üzere küresel ve yerel idari ve siyasal yapıların krizini de gün ışığına çıkarıyor. Dolayısıyla doğal felaket olduğunu sandığımız, deprem, küresel ısınma, sel ve çeşitli salgın hastalıklar gibi birçok felaketin aslında nihai olarak insan eliyle yaratılmış toplumsal felaketler olduğuna ve sonuçları itibariyle de hep toplumun en dezavantajlı sınıflarını bu durumların derinden etkilediğine yeniden tanıklık ediyoruz.
- Krizin ilk günlerinde sanki bir sistem tartışması başlatılacak gibi oldu, bundan sonra bu tartışma nasıl sürecek?
Bu küresel sistem tartışılmaya devam edecektir diye düşünüyorum. Çünkü, burada söz konusu olan sadece küresel düzeyde birbirine eklemlenmiş ve birbirine bağımlı olan siyasal ve iktisadi yapıların değil, bilakis bizatihi bu yapıları mümkün kılan toplumun biyolojik ve sembolik yeniden üretiminin, yani yaşamın bizatihi kendisinin tehdit altında olduğunu bize hatırlattı. Bu açıdan bu kriz diğer tür ekonomik ve siyasi krizlerinden ölçek ve mahiyet bakımından farklı görünüyor. Aslına bakılırsa küresel kapitalizmi mümkün kılan şartların başında gelen emeğin ve metaların serbest dolaşımı ilkesinin bizatihi kendisi bu rejimin dibini oynayan düşmanı haline gelmektedir. Bu kadar köklü bir sarsıntı sistemi de sarsmadan geçemeyeceği gibi, küresel iklim krizlerinin de bizi beklediğini düşünürsek, bu süreç var olan tartışmaları daha da çoğaltır diye düşünüyorum.
- AB’nin İtalya ve İspanya’nın yardım taleplerini karşılamaması, WHO’nun bazı girişimlerinde ve belirlemelerinde geç kalması ve BM’nin adeta fonksiyonsuzlaşması, bu uluslararası örgütleri sorgulanır hale getirdi. Bu gelişmeyi nasıl ele alıyorsunuz?
Evet paradoksal bir durum. Özü itibariyle global/evrensel olan bir mesele ile yerel ve ulusal mekanizmalar baş ederken, var olan küresel kurumların (buna AB dahil) nasıl işlevsiz kaldıklarına tanık olduk. Çünkü bu süreç bu biyo-toplumsal felaketle baş etme noktasında kısa ve orta ölçekli bir zaman diliminde ulus devletlerin biyo-politik güvenlik ve sağlık aparatlarını yeniden meydana sürerek bu yapıları güçlendirdi gibi görünmektedir. Öte yandan, bu süreç bu trans-ideolojik evrensel ve biyolojik tehditle baş edebilmenin etkili dayanışmacı küresel kurumların ihdası ve tedbirlerin alınmasını arzulayan evrensel bir muhayyilenin yeşermesine da alan açıyor görünüyor: Sınırsız güce sahip olduğunu düşündüğümüz devletlerin ve bu yapıların tepesine oturmuş sağ popülist liderlerin -hayatın sonunu getirebilecek eşine az rastlanır bir- felaketin karşısında biçareliği, daha geniş ölçekli şeffaf küresel örgütlenmelere ve evrensel ve bilimsel çözümlere olan ihtiyacı görünür kıldı. Yani, birçok ülkede yönetimler otoriterleşip yaşamı partiküler bir alana (ülke sınırı içine ve eve) sığdırmaya çalışıp toplumu tek adam rejimi ile yönetmeye kalkarken, özü itibariyle küresel olan müşterek bir meselenin kendisinin toplumları evrensel düşünmeye ve evrensel kurumlarını inşa etmeye çağırmaktadır. Yani, bu süreç, paradoksal olarak devletin otoriterleşip kapanmasına paralel olarak toplumsal alanda daha demokratik ve evrensel bir imgelemin belirmesine alan açmaktadır diye düşünüyorum.
- Ulus devlet paradigmasının güçlendiğini söyleyenler var. Bu sürecin başlangıcındaki gelişmeler bu tezi doğrular nitelikte idi. Ama şimdi Trump ve Erdoğan’ın karşı karşıya kaldığı durum, sanki paradigmanın iflasına işaret ediyor.
Bu sürece bütün ülkeler ve büyük şehirler aynı şartlarda girmedi. ABD ve Türkiye bu sürece girmeden önce kısmen benzer yapısal ve kurumsal kırılganlıklar gösteriyordu. Her iki toplumda ciddi bir toplumsal kutuplaşma ve derin bir toplumsal eşitsizlik sürecinden geçiyordu ve her iki toplum da kör, sağır ve aptal bir sağ popülist akıl ile yönetiliyordu. Bu açıdan bakıldığında her iki toplum/devlet de zayıf bir iktisadi kabiliyet, etkili işlemeyen bir bürokratik kapasite ve sorunu kaale almayan bir idari-siyasi mentalite ile karşıladı (Almanya ve Güney Kore’nin tersi bir durum). Bu süreç güçlü ve buyurgan bir lideri çağırıyor ve onu güçlendiriyor gibi görünse de aslında daha dikkatli bakıldığında aynı sürecin güçlü lider figürünün altını oyduğunu görürüz. Bunun birkaç nedeni var. Bunlardan birincisi şudur: ilk etapta güçlü lideri ayakta tutacak ve ona meşruiyet büyüsü verecek kurucu ve somut bir düşman figürü ortada yok ve bu şartlarda böylesi bir ötekinin icat edilmesi oldukça zor görünüyor. Dolaşıma sokulan “Vuhan’da bir laboratuvarda insan eliyle üretilmiş Çin virüsü-” söylemi bu ihtiyacı karşılayacak cinsten değil. İkincisi, Türkiye ve Brezilya gibi bir çeper ülkede evrensel ve müşterek bir probleme karşı liderin kültürel kutuplaştırma, içe kapanma ve bir kısım kaynakların yoksullara yeniden dağılımı üzerinden giden popülist siyaseti mümkün kılan iktisadi şartlar/imkanlar mevcut değil, olan imkanlar da bu konjonktürde daha da azaldı. Karizmatik liderliğin büyüsü ekonomik kapasite ve imkanlarla sınırlanan ve sürekli sınanan bir mefhumdur. Toplumsal şartlardan azade tek başına var olabilen -tarih dışı bir şey olmanın ötesinde tarihsel bir figürdür karizmatik-otoriter liderlik. Üçüncüsü, daha teknik ve taktiksel bir mesele, bu süreçte lider kitle ile bağını canlı tutacak mekanizmalardan yoksun kalıyor, milletle doğrudan bağ kuran lider, zaman zaman ekranda beliren dijital bir imgeye dönüştürüyor. Dolayısıyla bu süreçte devlet otoriterleşirken, popülist siyaset yapmanın zemini yerini dijital ve teknokratik bir idari yapıya bırakıyor gibi görünüyor.
- Kapitalizm bu süreçten çıkış becerisini gösterebilecek mi?
Kapitalizm denen yapı canlı ve doğal bir organizma değil malum, onu yeniden üreten el yapımı büyülü aparatları ve siyasi ve toplumsal failleri var. Meydanın sadece bunlara kaldığı ve güçlü alternatif aparatlar ve failler ortaya çıkmadığı sürece bu küresel düzen elbette her türlü krizden çıkabilir. Yapılan akademik tartışmalarda bu meselenin nasıl evirileceği noktasında iki temel görüşün ortaya çıktığını görüyoruz. Birincisi bu krizden kapitalizmin, devletin daha da merkezileşmesi ve otoriterleşmesi yolu ile çıkacağı öngörüsünde bulunurken, daha iyimser olan ve görece daha az destek gören ikinci görüş ise var olan popülist- otoriter siyasi ve piyasa mekanizmalarının ortada vadede etkisini yitireceği, bu idari yapılara alternatif daha demokratik, eşitlikçi-küresel ve yerel kurumlarının ve dayanışma formlarının öne çıkarabileceğinin altını çizmektedirler. Ben ikinci yorumu daha sempatik buluyor kendimi buna daha yakın hissediyorum. Çünkü yıkıcı kapitalizmin ve bu süreci idare eden aptal, kör ve sağır otoriter yapıların bütün insanlığı ve doğayı intihara götüren ölüm koşusunun karşısına yaşamı savunan yeni nesil aktörleri ortaya çıkaracağı ihtimalini görüyor ve buna inanıyorum. Virüs insanların daha önce zihninde soyut duran küresel tehditleri, fikirleri ve imkanları somutlaştırıp, onu gerçek bir bedene kavuşturarak, daha önce kayıtsız kalabildiği ötekinin probleminin aslında bizatihi kendi problemi olduğunu görmesini sağladı diye düşünüyorum.
- Bu süreç toplum için yeni bir deneyim. Toplum neyi deneyimliyor?
Dünyanın en önemli kentlerinde yaşayan nüfusun önemli bir kısmını eşzamanlı olarak eve hapsettirip, toplumsal hayata katılımı mümkün kılan mekanların ve kurumların topyekûn askıya alındığı bir felaket bu. Bu küresel durum her şeyden evvel gündelik rutin alışkanlıkların kökten değişmesi, hanenin iş ve eğitim mahallîne dönüşmesi ve siyasetin topyekûn teknokratik total bir yapıya dönüşmesi anlamına geliyor. Her ne kadar farklı toplumsal gruplar bu süreçte farklı ölçek ve yoğunluklarda mustarip olsalar da, yine de koronavirüs bir bakıma küresel ölçekte toplumsal hayatın topyekûn ilgası ve dolayısıyla siyasetin askıya alınması ile bizi baş başa bırakarak hayatı neredeyse sırf bir fiziksel bir varoluş meselesine indirgedi diyebiliriz. Hem insanların bir araya getiren müşterek mekanları kapatarak ve toplumun görece korunaklı kesimlerini eve hapsederek “kamusalı” boşaltarak kurucu aktörlerinden arındırdı ve hem de kapitalist piyasanın mal ve emek dolaşım mekanizmalarını devre dışı bıraktı. Toplumsal-müşterek hayatın ilgası veya kamusal hayatın topyekûn dijital mecralarla ikame edilmesi ve nihayet insanların ve metaların serbest ve sınırsız dolaşımının frenlenmesi durumu ile karşı karşıya bıraktı bizi.
Başka bir ifadeyle, bu virüsün en büyük mağduru kamusal-siyasal hayat oldu diyebiliriz. “Sosyal mesafe” denen şey, toplumu bizatihi mümkün kılan hem düzenlenmiş rutin kurumsal zeminini hem de spontane bir araya geliş ve toplumlaşma form ve mecralarını ortadan kaldırıyor, toplumu adeta aileye/haneye ve yalnızlığa mahkûm ediyor. Bu müşterek ortamlar birinci olarak boş zaman, eğlence ve keyif alma pratiklerini kapsıyor. İkinci olarak birlikte acılarla baş etme, yas tutma suretiyle hayatı daha katlanabilir kılan ayinlerin ve mekanların ilgası anlamına geliyor. Son olarak, birlikte itiraz etme ve direnme alanlarının yitimi anlamına geliyor. Bu süreçte bu üç formun da yitirildiğini görüyoruz. İnsanlar kaybettikleri yakınlarının topluca yasını tutabilme ayinlerinden bile yoksun kalmaktadır. Geçici gibi görünen birçok pratiğin önümüzde süreçte ne kadarının nasıl kalıcılaştığını göreceğiz.
- Evde kalmak, iletişim kodlarının değişmesi, dökülen kurumlar, toplumun bir nevi çıplak kalması bu durum nelere işaret ediyor? Korona üzerinden bir toplum okuması yapsak neler söylemek istersiniz?
Virüsün toplumsal ve siyasal etkilerinin ne olabileceği hakkında yorum yapmak için erken de olsa, bu sürecin bir kaba değerlendirmesini yaptığımızda iki şey görüyoruz. Birincisi böylesi ekstreme şartlarda kendisini eve hapsedebilen elitlerin her şartta kendileri için çalışacak (ve savaşacak) ve geniş emekçi kesimlere mecbur olduğudur. Kendisini vazgeçilmez sayan, hem simgesel olarak pohpohlanmış hem de çok yüksek maaşla çalışan bir kısım eğitimli beyaz yakalı kesimleri evde kalıp işe gitmeseler de toplumun yeniden üretiminde ciddi bir sıkıntı yaşanmadığına tanık olduk. Fakat kol emeği ile çalışan temizlikçiler, sağlık personelleri market ve kargo çalışanları, tarımda çalışanlar olmaz ise hayatın maddi ve sembolik yeniden üretiminin nasıl sekteye uğrayabileceğini görebiliyoruz. Bununla ilişkili ikinci noktada bu küresel rejimi dipten sarsacak hamlenin, siyasi katılım, görüntülük ve sosyal mobilizayonun değil, toplumsal hayattan (üretimden, tüketimden ve müzakereden) çekilmenin, hayatın topyekûn durdurulmasının, yanı hareketin değil, durmanın ve üretimden ve tüketimden topyekûn çekilme eylemenin siyasi sonuçları üzerinde düşünmeye itiyor bizi. Nitekim bu topyekûn çekilme küresel üretim, dolaşım ve tüketim rejimini kökten sarstığı gibi doğaya da bir nefes alma bir toparlanma imkânı da veriyor. İyimserliği beslemenin ikinci nedeni de işte ekolojik dengeyi koruma noktasındaki farkındalığın artmasıdır diye düşünüyorum.