Gülhane Parkı’nın girişinin karşısındaki binada 90’lı yıların başında Ayşe Nur’un ve İsmail Hoca’nın “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” ve “1935 Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi” adlı kitaplardan dolayı yargılandığı Devlet Güvenlik Mahkemesi vardı.
Ayşe Nur, yaptığı tarihi savunmada, TC’nin uymakla yükümlü olduğu ve altında imzasının bulunduğu insan hakları belgelerine ve soykırım konvansiyonuna değinmiş, daha sonra da “soykırımdan söz etmek değil, soykırım bir suçtur, hem de insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur” demişti.
Mahkemenin koridorları dolup taşıyor, Mahkeme önündeki alan ise, Sarı Hoca’ya destek vermeye gelen halktan insanlarla dolup taşıyordu.
Daha önce burası Morg Binası idi. Şimdi de galiba Çocuk Mahkemesi.
70’li yılların ortalarından itibaren zirve yapan, vurulan gençlerin cenazeleri buraya getirilirdi. 1980 yazı, gazetede mesaisini bitirdikten sonra Fatih’teki evine gitmek üzere, bizden ayrılan Adliye muhabirimiz Recai Ünal’ın cesedini teşhis etmek için morga gidildiğinde bir başka masada da eski başbakanlardan Nihat Erim’in cenazesi yatmaktaydı.
Morg/Adliye binasının hemen karşı köşesindeki Köşk’ten 1839 yılında ünlü Tanzimat Fermanı okunmuş, tellalar sokaklarda, Osmanlı tebasına, “Fermandır, artık Gavurlara Gavur” denilmeyecek diye dolanmıştı.
Hemen Morg/Adliye Binası ile Köşk’ün ortasından ileri doğru yürüdüğünüzde ise Osmanlı hükümetinin ünlü Bab-ı Ali giriş kapısı yer almaktaydı.
Osmanlı tebası ayranı kabardığında, Köşk binasının önünde toplanır, ki bunların başını medrese talebesi ve Yeniçeri takımı çekerdi. Bu köşkten, tebanın ayranını kabartan veziri azamın kellesini attırırdı Sultan. Bedenin de atıldığı olurdu, lime lime ederdi öfkeli kalabalık, çoğunlukla şişman olan vezirin bedenini. Hatta yağlarının romatizmaya iyi geldiğini söylerlerdi.
Yolun ortasından yukarı doğru yöneldiğinizde ise, hemen köşede Alemdar Mustafa Paşa’nın köşkü vardı. O köşkte Paşayı kendisi ile birlikte ateşe vermişti, III Selim’in reformlarına karşı çıkan yeniçeri taifesi.
Yolun ortasından tramvay geçer, Sultanahmet’e doğru tırmanırdı. Morg/Adliye’nin önünden yukarı çıkışta hemen sağda devasa bir çınar ağacı vardı, hala da var. İşte o ağaç Vakayi Vakvakiye’ye tanık olmuştu. İşte bu ağaca 1656 yılında salkım saçak isyankar yeniçeriler asılmıştı.
Tramvayla yukarı çıkıp, üst köşeye geldiğinizde, orada Talat Paşa’nın köşkü bulunmaktaydı. Hala da orada. İşte bu binadan Talat Paşa kendi özel telgraf makinesi ile 1915 soykırımını bizzat yönetmişti.
Talat Paşa köşkü ile Morg/Adliye Binası arasında ise Zeynep Hatun Medresesi yer almaktaydı.
İşte bu Medreseye Abdülhamit döneminde Ordu’nun, Melet/Mesudiye yöresi Beyseki köyünden Ömer Lütfi diye bir genç gelmişti. İlim yolunu seçmişti. Kardeşi Ahmet ise tarikat yolunu seçmiş, Nakşiliğin önemli merkezlerinden biri olan Çorum Medresesi’ne gitmişti.
Osmanlı dünyasında medreseler üniversite konumundaydı. Kürt illerinde de. Bu nedenle kapatıldıkları halde, Kürt kimliğinin yaşamasının önemli kaynaklarından biri olmuşlardı.
Babaları Yusuf Zara’dan Mesudiye’ye gelmişti. Bu nedenle Zarakol diye anılırlardı. Yani Zara’dan gelen kol. Yusuf Efendi, Marziye Hatun ile evlenip, köyün hocası olmuştu. Yusuf Efendi’nin kardeşinin Kürtçe bildiğini söylemişti, Ayşe Nur’un Cem-May dağıtımda şoförü olan Mesudiyeli Hüseyin. Eski Zara Beratını Abdülhamit’ten aldığı söylenen Müderris Ömer Lütfü, kardeşi Ahmed’in Nakşi şeyhi olduğu Niksar kentine gidecekti. Niksari nisbesiyle anıldı daha sonra, hep orada yaşadığı için.
Ömer Lütfi Efendi dedemdi. Niksari Hacı Ahmet (Zarakol) Efendi ise onun kardeşi. Biri Zarakolu soyadını alırken, diğeri Karahan soyadını alacaktı.
Şimdi mezarları ziyaretgah.
1925 yılı bir yumruk gibi indi. Medrese ve zaviyeler kapatıldı. Alevi toplumu da kendi kurumlarından yoksun kaldı. Medrese Osmanlı üniversitesi olduğuna göre, buna da bir başka türlü YÖK temizliği diye bakabiliriz.
Dedem Müderris Ömer Lütfi, ya da halkın deyişi ile Meletli Hoca bir anda işsiz kalmıştı, şimdiki akademisyen arkadaşlarım gibi. Korku içindeki kardeşi Şıh Efendi ise, başına melon şapka geçirmişti. Harf devriminden sonra, eski yazı kitaplığının Süleymaniye Camii Külliyesi’nin büyük el yazmaları kütüphanesine yollandığı söylenir.
Babam, kardeşlerinin okumasına destek olmak için 6 yıl köy öğretmenliği yapar, bütün maaşını onlara hasreder, annem de zorunlu ev ihtiyaçlarını hallederken.
Babam Remzi Zarakol, Geyran Alevi köyünde öğretmen iken Aksaray’daki Pertevniyal Lisesi’nden mezun oldu, dışarıdan. 1936 yılında ölümünden önce babasını İstanbul’a getirir.
Morg/Adliye binasından yukarı çıkarken tam Talat Paşa köşkünün altında küçük bir sinema vardı. Sonra otomobil galerisi oldu. Babam dedemi orada bir Tarzan filmine götürür. Tarzan Jane’i dudaklarından öpüverince babamın yüzü kızarır.
Dedem “Meletli Hoca” Ömer Lütfi