Koronavirüsten kurtuluş ve “normalleşme” tartışmalarına bir katkı da benden olsun:
Virüs, Türkiye’ye nasıl geldiyse öyle gidecektir!
Virüsün Türkiye’ye gelişi siyasi bir kararla olmuştu. Kararı, bakanlar kurulu mu cumhurbaşkanın danışmanları mı ya da sadece cumhurbaşkanının kendisi mi vermişti bilmiyorum. Ama karar, “hikmetini sual edemediğimiz” mevkilerde alınmış ve Sağlık Bakanı da 10 Mart’ı 11 Mart’a bağlayan gece yarısı, korona salgının Türkiye’de olduğunu duyurmuştu.
Böylece Emniyet Müdürlüğü genelgesiyle “suç” sayılan, salgın ve salgın tehlikesine ilişkin haber ve paylaşımlar bir gecede suç olmaktan çıkmış; salgına karşı birtakım önlemler, bu tarihten sonra alınmaya başlamıştı. Oysa resmi kabul tarihinden önce birçok vakanın olduğu ve -hem umreden hem diğer ülkelerden gelenlerde olduğu gibi- gerekli önlemler zamanında alınmadığı için salgının yayılma hızının arttığı daha sonra anlaşılmıştı.
Virüsün ülkede bulunduğuna karar verenler, aradan geçen yaklaşık iki ayda virüsün Türkiye’deki safahatini de belirliyor. Gerçi Sağlık Bakanlığı bir bilim kurulu oluşturmuş ama kurulda ne sağlık meslek örgütlerine ne de alanı doğrudan virüs ve virüsle mücadele olan “Halk Sağlığı Uzmanları Derneği” gibi uzmanlık örgütlerine yer verilmiş. Bilim kurulu üyelerinin çeşitli zamanlarda yaptıkları açıklamalara bakılırsa, salgınla mücadele sürecinde onlara da pek de bir şey danışılmıyor zaten.
Peki “hikmetini sual ediyormuş” gibi anlaşılmasın ama, bilimsel kriterlerle değilse, hızla yayılan ve son derece ölümcül olduğu için toplum sağlığını tehdit eden bu salgına karşı kararlar neye göre alınıyor acaba?
Alınan kararlara bakıldığında iki kriter öne çıkıyor: Birincisi piyasanın yani sermayenin ihtiyaçları, diğeri siyasi iktidarın kendi gereksinimleri. Yani virüsün kimlere, ne zaman ve nerelerde bulaşacağı; hangi önlemlerin alınması gerektiği, siyasi iktidarın işte bu “öncelikler”ine göre belirleniyor. Salgına ilişkin verilerin şeffaf olmaması ve özellikle TTB’nin ısrarlı sorularına bakanlığın yanıt vermemesinden hareketle, verilerin gerçeklerden ziyade -tıpkı TÜİK’in işsizlik ya da enflasyon rakamlarını belirlediği gibi- alınan siyasi kararları meşrulaştırmaya yönelik olduğunu düşünmemek elde değil.
Salgına karşı alınan kararlara şöyle bir bakalım: “65 yaş üstündekiler evde kalsın!” dendi önce, sonra “Herkes evde kalsın,” ama “emekçiler hariç olsun!”a denildi. “Hafta sonları ve resmi tatil günlerinde evden çıkılmasın, diğer günler serbest olsun!”a gelindi ardından. Bu ne menem bir virüs ki bulaşmak için hafta sonu ve resmi tatilleri; 65 yaşından küçükleri ve büyükleri; emekçi olanla olmayanı ayırt edebiliyor!
Geçen iki ayda salgın herkesin normalini bozdu, en çok da sermayenin… Salgına karşı önlemlerin başında gelen “fiziksel mesafe” koşulu, sermaye birikiminin temel kaynağı olan üretimi de tüketimi de büyük ölçüde engelledi. Arkasına devletin desteğini de alıp, faturayı emekçilerin ve halkın sırtına yıkan bir kesim sermaye bu süreci fırsata dönüştürmesini bildi. Ama bu uzun süre böyle gitmeyeceğinden, “Bir an önce normalleşelim!” talepleri yükselmeye başladı. Bu talep, siyasi iktidarın çıkarlarıyla da uyuştu elbette. Zira salgın, devletin toplumsal işlevlerinden ne kadar uzaklaştığını ve siyasi iktidarın salgının ortaya çıkardığı toplumsal sorunlar karşısında zafiyetini de gösterdi, sorgulanmasına neden oldu.
Süreç uzadıkça artan işsizliğin, yoksulluğun ve bunların derinleştireceği sorunların, iktidarı çok daha zorlaması kaçınılmaz. Bunu, şimdiden yapılan kimi anketler de gösteriyor zaten.
Salgının başından beri olduğu gibi, “normalleşme” dedikleri süreçte de “sermaye ve siyasi iktidarın çıkarları” toplum sağlığının ve insan yaşamının önüne geçiyor. Teşvikler ve emekçilerin yaşamı pahasına üretim devam ettiği için olsa gerek “normalleşme”de turizme ve AVM’lere öncelik verildi. Evvela, turizmin yoğun olduğu kentlere seyahat yasağı kalktı. Ardından da sınava girecekler ve aileleri tatile gidebilsin diye daha önce ertelenen LGS, YKS sınavları bir ay geriye alındı.
Salgın sürecinin başında virüsün yayılma riskinin yüksek olduğu uyarılarına rağmen en son kapatılan AVM’lerin “normalleşme”de ilk açılacak yerlerden olacağı duyuruldu. Buna en çok sevinen AVM yatırımcıları oldu haliyle. AVM Yatırımcıları Derneği Başkanı, AVM’lerin açılmasının toplum sağlığı için tehdit oluşturacağı kaygılarına katılmadığı gibi AVM’lerin açılmasının toplum sağlığı için olumlu olacağını iddia etti (!) Bunu ise eve kapanan insanların AVM’lerde yeniden sosyalleşeceği dolayısıyla psikolojilerinin düzeleceği varsayımına dayandırdı. Salgına önlem olsun diye deniz kenarları ve orman alanları halka yasaklanırken, AVM’lere gidilerek “bozulan psikolojilerin düzeltileceği düşüncesi” hayli ilginç gerçekten!
Sermaye istiyor, iktidarın da işine geliyorsa, olay bitmiştir. “Bilim ne diyormuş, toplum sağlığı ne kadar önemliymiş, insanların yaşamı tehlikeye mi atılıyormuş?” gibi soruların hepsi lafı güzaf yani!
Türkiye’de virüs olduğuna nasıl karar verilip, bir gece yarısı açıklandıysa; yeni bir kararla virüsün ülke sınırlarını terk ettiği de açıklanabilir! Olur mu olur. Yeter ki sermaye mutlu olsun, iktidar devam etsin. Hikmetinden sual olunmayan muktedir neticede her şey gibi virüsün safahatine de seyahatine de muktedir! Mi acaba?