Gazeteci Esra Mikyaz ile Federe Kürdistan’daki durumu, Öcalan’ın mesajını ve KDP’nin Zînî Wertê yığınağını konuştuk. Mikyaz’a göre KDP’nin tutumu durumu soğutmak ve bölgeye kalıcı yerleşmek. ABD ve Türkiye’nin hesapları bu adımda etkili
Elif Aydoğmuş
Maxmur Kampı’na yönelik yaklaşık bir yıldır uygulanan ambargonun ardından bir kriz de, Irak Federe Kürdistan Bölgesi’ne bağlı Zînî Wertê’de yaşandı. Bölgenin 15 Nisan’da Türkiye askeri tarafından bombalanması ve hemen ardından, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) tarafından bölgeye yığınak yapılması Kürt kamuoyunda yoğun tepkilere neden oldu. KDP’nin Türkiye eliyle bölgeye gönderildiği eleştirileri yükselirken, Kürtlerin oyuna gelmemesi ve sorunlarını diyalogla çözmeleri gerektiğine ilişkin çağrılar yapıldı. Son olarak PKK Lideri Abdullah Öcalan 21 yıl sonra ilk defa 27 Nisan’da Urfa Cumhuriyet Başsavcılığı üzerinden kardeşi Mehmet Öcalan ile yaptığı telefon görüşmesinde söz konusu konuya dikkat çekti. Öcalan yaklaşık 20-25 dakikalık konuşmada Zînî Wertê’de yaşanan krize değinerek ulusal birliğin önemine vurgu yaptı. Öcalan, 1982’de KDP ile imzalanan anlaşmayı da hatırlatarak ona uygun davranılmasını, sorunların diyalog yoluyla çözülmesi gerektiğini ifade etti. Açıklamanın ardından bölgede sessizlik hakim olsa da KDP’ye bağlı 450 kişilik özel birim henüz bölgeden çekilmedi. Bölgede uzun yıllar gazetecilik yapan Esra Mikyaz, son durumu, arka planını ve Öcalan’ın mesajının yansımalarını gazetemize değerlendirdi.
- Yaklaşık bir yıldır Maxmur Kampı’nın ambargoya maruz kalmasının nedeni nedir?
Maxmur’da 1990’lı yılların başından itibaren Türkiye’nin koruculuk dayatmaları ve baskıları sonucunda Hakkari’nin birçok ilçesinden göç etmek zorunda olanlar yaşıyor. Türkiye bir yandan içerde yaşayan muhalifleri bastırmaya çalışırken diğer taraftan Maxmur’a da aynı baskıyı yapmaya çalışıyor. Türkiye istihbari, diplomatik ve siyasi baskılarla kampın dağılmasını istiyor. O beraberliği, kolektiviteyi dağıtmadıkça hep bir tehlike olarak görecek.
Kürdistan Yerel Hükümeti’nde yer alan KDP ile girdiği ilişkilerle de Maxmur’un mevcut pozisyonunu değiştirmeye çalışıyor. 17 Temmuz 2019’dan beri Maxmur KDP asayişinin uyguladığı ambargoyu yaşıyor. Bildiğiniz gibi Maxmur bir anlamda Irak yasalarına göre 140. madde olarak geçen, henüz statüsü net olmayan bölgenin sınırında yer alıyor. Bir tarafını Irak ordusu denetlerken, Hewler ile olan bağını KDP kontrol ediyor. Maxmur Kampı’nın çevresinde IŞİD hareketliliği de zaman zaman oluyor. Dolayısıyla bu ambargo IŞİD ile olan mücadele açısından da zararlı etkiler doğuruyor. Sadece askeri açıdan değil, sağlık açısından çok ciddi problemler yaşanıyor. Hewler yönetimi IŞİD saldırılarından yaralananların Hewler’deki hastanelerde tedavi görmesini engelliyor. Bunlar sadece işin görünen boyutları. Ekonomik, eğitim daha birçok konuda ambargo kamp halkının yaşamını oldukça zorlaştırıyor.
- Bölge halkı ve siyasetçiler söz konusu ambargoyu nasıl değerlendiriyor?
KDP’nin yönetimi içerisinde ambargonun devam etmesini isteyen kesimler olduğu gibi ambargonun olduğunu kabul etmeyenler de var. Hatırlarsak hamile kadınlar bebeklerini kaybedince VOA konuya ilişkin özel bir dosya hazırlamıştı. Hewler yönetimi konuya ilişkin açıklama yapmak yerine ambargonun olmadığını belirtmişti. Çünkü o kampta yaşayanların büyük bir kısmı KDP peşmergeliği yapmış insanlar. Aynı aşiret üyeliğini de paylaşıyorlar. Dolayısıyla kendi sınırları içinde yaşayan halkın tepkisini üzerlerine çekmek istemiyorlar. Ancak güneyli aydınlar, sanatçılar, siyasetçiler ambargonun kalkması için çeşitli girişimlerde defalarca bulundu. Bu daha çok KDP yönetiminde yer alan çevrelerin Türkiye ile girdiği ekonomik ilişkilerle bağlantılı.
- Kürtlerin yoğun şekilde tepki gösterdiği Maxmur’a ve Zini Werte’ye yönelik saldırılarda son durum nedir? Ve bu saldırının arka planında sizce ne var?
Maxmur ve Zini Werte olayını anlayabilmek için Türkiye’nin 2010-11 yılları ile birlikte girdiği yeni stratejik dönemi okumak gerekir. Çünkü Türkiye bu tarihlerden sonra eğit-donat projeleriyle, sınır ötesi askeri-istihbari-siyasi operasyonlarıyla yeni bir sürece girdi. Kendilerinin de deyimiyle Neo-Osmanlı politikaları devreye girdi. Filistin’den, Suriye’ye, Suriye’den Yemen’e, Sudan’a, Güney Kürdistan’a kadar bu politika çerçevesinde yaklaşıldı. Tabi Güney Kürdistan bu bölgelerden biraz farklı olmakla birlikte benzer özellikler de taşıyor. Çünkü Güney Kürdistan’daki bazı partilerle 1990’lı yıllara dayanan ortak askeri operasyon yapma, petrol ile başlayan oldukça derin ticari ortaklıkları mevcut. KDP-Türk devleti ilişki sistemi var. Neredeyse elli yıla varan petrol-doğalgaz anlaşmaları var.
Bu konuyu daha önce aslında Türkiye Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi Başkanı Fahrettin Altun’un kuruculuğunu yaptığı SETA’nın raporlarından da okumak mümkün. Türkiye, Güney Kürdistan’da yürüttüğü ekonomik-askeri-siyasi-sosyal politikaların önünde engel olarak gördüğü her kurumu ve bölgeyi yok etmeye çalışıyor. Dikkat edelim SETA raporunda Zaho’dan Süleymaniye’ye bağlı Cwarta köyüne kadar askeri olarak ilerleyip oradan bir sınır kapısı açmayı planladıklarını söylenmişti. SETA artık bir rejim olarak örgütlenen AKP-MHP’nin güncel siyasetine strateji üreten bir merkez.
Neçirvan Barzani’nin sahibi olduğu bir kanal, SETA temsilcilerinden biriyle Güney Kürdistan’a ilişkin hazırladıkları raporu tartışırken az önce ifade ettiğim Çawrta köyünde nasıl bir kapı açacaklarını anlattıktan sonra muhabirin kolay gelsin demesi de halkın dikkatinden kaçmadı.
Türkiye’nin istekleri doğrultusunda hareket edildiği, daha akla gelebilecek birçok şey söylendi. Libya’da Hafter’e bağlı güçlerin sözcülüğünü yürüten komutanı bir açıklama yapmıştı. O açıklamada Türkiye’nin Libya’ya gönderdiği grupların içinde Roj peşmergelerinin yakalandığını belirtti. Roj peşmergeleri Rojava’dan Güney’e göç edenlerden oluşturulan bir grup. Bu grubun kurucusu KDP. Aynı zamanda eğitim, maaş, silah ve lojistik desteğini de KDP sağlıyor. Hatırlarsak Başika yakınlarındaki eğitim kamplarından birine dönemin Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu bir ziyarette bulunup bu peşmergeleri denetlemişti. Bu da KDP’nin Türkiye ile olan işbirliğini anlatan bir fotoğraf olarak akıllarda kaldı.
Şimdi Süleymaniye ile sınır olmak isteyen AKP rejimi Zînî Wertê’ye neresi üzerinden ulaşabilirdi? Tabi ki KDP üzerinden bunu yapmaya çalışır.
Biliyoruz ki Covid-19 salgını tüm dünyanın temel gündemi oldu. Türkiye de, onunla doğrudan ilişki halinde olan KDP de, bu halk sağlığı krizini bir fırsata dönüştürmeye çalıştı. KDP, Covid-19 salgınından kaynaklı sınırların korunması için 450 kişilik özel güçlerini Zini Werte’ye yönlendirdiğini söylüyor. Tabi haber duyulur duyulmaz birçok yerden halkın, aydınların, sanatçıların, siyasetçilerin tepkisine neden oldu. Bölge Başkanı Neçirvan Barzani’nin söylediği gibi orası İran sınırı değil. Orası İran sınırına neredeyse 30-35 km uzaklıkta, koronavirüs salgını tedbirleri kapsamında sınırdan bu kadar uzak bir bölgeye neden Almanya’nın eğittiği özel güçler gönderildi? O bölge Yekiti (YNK) peşmergelerinin denetiminde olan bir bölgeyken KDP’ye bağlı 450 peşmerge kalıcı üs çalışmalarıyla koronavirüs tedbiri alıyor? Kaldı ki yerel hükümet bölgede koronavirüsten en az etkilenen bir bölge olmuşken, tedbirler giderek esnetilmeye çalışılırken neden böyle bir girişim soruları kafalarda oluştu. Güney Kürdistanlılar KDP’ye karşı çok büyük tepki gösterdi. KDP giderek itibar kaybetti.
KDP bu değerlendirmeler karşısında şimdi durumu soğutmaya çalışıyor. Ortam oldukça sessiz. Halk zaten bölgedeki güçlere 48 saat tanımıştı. Yapılan anlaşmalara göre YNK zaten o bölgede konumlanması gereken güçtü. Halen orada çok az bir peşmerge grubu yer alıyor. KDP’ye bağlı özel güçler olarak bilinen 450 kişilik peşmerge grubu da orada yer alıyor. Geçtiğimiz günlerde Xandan haber sitesine röportaj veren oradaki güçlerin komutanlarından Berhem Arif Yasin “Biz buraya 450 peşmergeyle geldik, çekilmeyeceğiz” diyordu. Bu röportajdan da anlaşılacağı gibi planlamayı soğutup gündemden düşürerek devam ettirmek istiyorlar.
- KDP-YNK ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dönem dönem gerilimli olsa da yerel hükümeti kuran iki parti ilişkileri devam ediyor. Az önce de ifade ettim. Birçok konuda anlaşmazlık olsa da ortası bir şekilde bulunuyor.
Tabi şuanki durumda öyle iki parti arası ilişki düzleminde ele alınacak bir durum değil. Kürdistan’ın en önemli merkezlerinden biri olan Kandil’i Türkiye’nin denetimine açma saldırısı olarak tanımlanan bir durum var ortada. Tabi sadece bu toprakların Türkiye’nin denetimine açılması değil. Aynı zamanda Amerika için de İran’a yeni bir cephe açabileceği bir alan olacaktır. Biliyoruz ki ABD’nin Yekiti ile doğrudan denetimine aldığı bir ilişkisi şimdiye kadar gözümüze çarpmadı. Ağırlıklı olarak İran ile ilişki var. KDP ve Türkiye’nin ise ABD ile doğrudan ilişkileri var. Kandil dağ silsilesi ise İran’ın da içlerine kadar uzanan bir dağ silsilesi. Girilen alan Kandil’i gören, Karox dağlarını görebilecek bir tepe. Kandil’i ve Karox’u birbirine bağlayan bir geçit. Medya Savunma Alanları’nda da Gare, Behdinan, Xinere ve Xakurke’yi de birbirine bağlayan bir geçiş bölgesi. Dolayısıyla hem gerilla güçlerine hem de İran’a karşı yürütülecek olası bir askeri hareketin önemli bir merkezi olabilecek bir bölge. Kontrolü almak, Kürdistan’da manevra kabiliyetini kazanmak ya da kaybetmek anlamına geldiği için iki partinin ilişkisi açısından da PKK açısından da durum oldukça grift ve stratejik. Ulusal bir sorun anlayacağınız. Kim o bölgeyi karşıt bir güce açarsa Kürtlerin tarihi için kara bir lekeyi kazanmış olur.
- Hewler ve Bağdat arasında yaşanan petrol krizi Bölge’de yaşanan siyasi krizi ne denli etkiliyor?
Aslında yerel hükümetin krizini en fazla derinleştiren konu da bu. Çünkü Hewler yönetimi merkezi hükümetle olan ilişkilerini güçlendirmek yerine, Türkiye ile ilişkilerini derinleştiriyor. Türkiye ile yapılan uzun yıllara dayalı petrol anlaşmaları var. Ancak geçtiğimiz günlerde merkezi hükümet memur maaşlarını göndermeyeceğini açıkladı. Gerekçesi yerel hükümetin merkezi hükümete aktarması gereken 250 bin varil petrolün gönderilmemiş olması. Bu merkezi hükümetin uluslararası arenada yerel hükümetin ihtiyaçları ve haklarını korumada yine ilişkilerin daha sistemli yürütülmesinde bir engel oluyor. Hükümetlerin kurulmasında, ekonomik problemlerin çözülmesinde, ticari ve siyasi konularda birbirini destekleyen bir ilişki sistemleri yok. Daha çok karşılıklı restler ve tavizler ile gündeme geliniyor. Bu arada Irak merkezi hükümeti yerel hükümetin Türkiye’nin saldırılarına karşı ilk kez en üst düzey diplomatı olan büyükelçisini çağırarak Maxmur saldırılarına karşı nota verdi. Ancak yerel hükümet başkanı Neçirvan Barzani, Maxmur saldırılarında Maxmur halkını suçladı. Bu da ilişkilerin ne düzeyde olduğunu gösteren siyasi bir ifade olmuş oluyor.
- Hewler, Türkiye güçlerini neden bölgede tutuyor ve neden hava harekatına izin veriyor? Türkiye ile ekonomik ilişkileriyle bağlantısı var mı?
Açıkçası buradaki farklı çevrelerden gazetecilere ve siyasetçilere bizim de yoğunca sorduğumuz bir soru. Genelde aldığımız yanıt, girilen ekonomik anlaşmalar onları buna mecbur kılıyor. Hewler’e gidenlerin ilk gözüne çarpan şey dükkanların, alışveriş merkezlerinin, inşaat şirketlerinin güzellik merkezlerinin, aklınıza gelebilecek her türlü ihtiyaca dair olan dükkanların tabelalarının Türkçe olması. Bir de çok fazla Türkçe konuşan asker ve istihbartçının oralarda olması insanı şaşırtmıyor. Çünkü Türkiye ile olan ilişkiler merkezi hükümetle ilişkilerden daha fazla. Arapça’yı duyamazsınız ama Türkçe’yi duyabilirsiniz. Türkiye’nin, KDP’nin etkili olduğu bölgelerde 20’den fazla askeri üssü var. Okulları da bunun cabası. 1997’den beri eğitim merkezleri giderek katlanmış. Bu etkinlikler siyasete de hakim olduklarının bir göstergesi. Benim çalışmalarım kadın eksenli olduğu için şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim; KDP’nin ekseninde olan tüm TV kanalları ve siteler Türk dizilerini yayınlayıp, AKP’nin kadına karşı olan tutumunun aynısını yayınlarına yansıtıyor. En son Rudaw’da Ramazan için özel hazırlanmış bir program vardı. “Guftugoye Kiçan”. Türkçesi “kızlar tartışıyor”. O programa bazı erkek sanatçıları çıkarıp kadınların erkeğin denetiminde olması gerektiği, kadınların zayıf, eksik olduğu, çocukların evlendirilmesi gerektiği, gibi tartışmalar yürütüldü. Türkiye’nin tüm düşüncelerine açılmış bir yapı, hava sahasını da açık bırakıyor.
Tabi hava sahası biliyorsunuz 1992 yılından itibaren 36-42 paralel ABD ve NATO denetiminde. Irak devletinin de denetiminde değil. Maxmur’a yapılan en son hava saldırısında Irak hükümeti Türk devletini kınayıp nota verse de bu hava sahasına girmek NATO denetiminde olan bir durum. Ama Hewler yönetiminin de bu duruma herhangi bir itirazı olmadı.
- Petrol dışında neredeyse hiç gelir kaynağı olmayan KDP sanayide ve tarımsal üretimde kendisini Türkiye’ye bağımlı hissediyor; peki bu alanlarda üretime geçme çalışmaları var mı?
Tabi ki petrol çıkan birçok ülkede temel gelir kaynağı petrol olmuş. Yerel üreticiye de her hangi bir destek yapılmamış. Dışarıdan gıda, giysi, inşaat vb. ihtiyaçlar gelince daha ucuza oluyor. Bu nedenle yerel üretim desteklenmemiş. Genelde vurgu yaptım ama şunu da ekleyeyim. Serêkaniyê ve Girê Spî saldırılarında Güney Kürdistan halkı Türk mallarını boykot etti. Yaklaşık 500 milyon dolarlık bir zarardan bahsediliyordu. Türkiye’nin Hewler konsolosu Kürdistan vilayetlerinin valilerini çağırarak bu boykotun durdurulmasını istedi. Ancak eylemi örgütleyen halktı, durdurmadılar ve devam ediyorlar. Boykot dönemi korona döneminden daha etkiliydi. Yerel üretim için küçük bir oynama oldu, etkiliydi de. Fakat yerli üretimi geliştireceklerini pek sanmıyorum. Çünkü Hewler Türkiye ile girdiği petrol anlaşmalarında epey bir tepki topladığı için Türkiye şöyle bir yöntem bulmuş; artık anlaşmaları devlet adına değil, bazı ticari şirketler adına yapmaya çalışıyor.
- PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın, ailesiyle gerçekleştirdiği telefon konuşmasında ulusal birliğin aciliyetine ilişkin yaptığı çağrı bölgedeki siyasetçiler ve halk tarafından nasıl yorumlandı?
Bazı programlarda siyasetçilere bu soruyu biz de sorduk. İlk refleksleri “Öcalan’ın sesini duymak istiyoruz, telefonla konuştu diyerek olmaz” şeklinde oldu. Öcalan, Kürt sorununun çözümünde önemli bir aktör olarak görülüyor. Özellikle Rojava kazanımından sonra, Kürtleri başarıya götürebilecek bir önder olduğuna inanç daha fazla arttı. Hatta PKK’ye karşı savaşan eski peşmergeler bile ne varsa onlarda var diye yaklaşıyorlar. Mevcut iktidarın içine girdiği yolsuzluklar Öcalan’a güveni arttırmış, bir de Öcalan’ın siyaset okuması ve savunma tedbirlerinin dünya siyasetinde bir karşılığı olduğu düşünülüyor. Güneyli hangi siyasetçi ile konuşsan şu söyleniyor, ulusal birlik bizim için şart. Ama somut adımların atılmasında nelerin yapılması gerektiği konusunda ne çok somut adımlar atılmış ne de aydınlık bir yaklaşım var.
- Diğer taraftan Öcalan 1982’de KDP ile imzalanan anlaşmayı hatırlattı. Bu anlaşmanın içeriği neydi, siz bu hatırlatmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu hatırlatmayla birlikte tüm gazeteciler anlaşmanın içeriğine ulaşmaya çalıştı. Kimi kaynaklarda anlaşma hemen yayınlandı. Ayrıca bu anlaşmaya hakim olan birçok Güneyli siyasetçi var. Onlara da sorduğumuzda aldığımız yanıt şöyle; Biliyorsunuz 1982 henüz PKK’nin gerilla savaşına başlamadığı bir tarih. Ama buna rağmen Kürtler açısından önemli bir siyasal ve ideolojik aktör. Bundan kaynaklı İdris Barzani KDP yönetimi olarak Abdullah Öcalan ise PKK Genel Sekteri kimliğiyle bu anlaşmayı imzalamışlar. Anlaşmanın başlığı KDP ve PKK’nin dayanışma ilkeleri. Başlığa göre maddelerde belirlenmiş, Kürtlerin ulusal çıkarlarını zorlayacak emperyalist güçlere karşı ortak mücadele ilkelerini içeriyor. İşin ilginç yanı son madde de şöyle; “Yukarıdaki anlayış ve ilkelerin pratik uygulanmasında ortaya çıkacak hata ve yanlışlar karşısında her iki tarafın sorumluları birbirlerine uyarında bulunmalı, eğer bu uyarı göz önüne alınmazsa o zaman her bir taraf çalışmasında serbest ve özgür olacaktır.” Şimdi Öcalan’ın uyarısı da bu son maddeye dayalı olarak yapıldığı gibi demokratik ulusal çıkarlar gereği yapılmış. Dikkat edelim, Büyük Ortadoğu Projesi gibi haritaların, devletlerin değişebileceği gibi projeler değişirken, Kürtler de burada demokratik ve özgür yaşam arayışlarını yürütüyor. Öcalan da bu doğrultuda bölge siyasi güçlerine uyarıda bulunarak, bir kesim Kürt yok edilmeye çalışırken kalanların iyi yaşayacaklarını düşünmelerinin naiflik olacağının uyarısını yapıyor. Benim anladığım bu süreçte Kürtlerin, farklı siyasi yaklaşımları olsa da ortak payda da buluşup kendilerini koruyacakları çok şeyleri var. Bu nedenle çağrının ciddiye alınması gerekir.