Salgının başlangıcından beri ruhum iyice kararmasın diye tıbbi makaleleri mümkün olduğunca görmemeye çalışan ben, bir röportaj için evrimsel biyoloji ve mutasyonlar üzerine okuyunca kafam çok karıştı. Ama bir taraftan da netleşti. Görebildim ki, bu iş uzun sürecek; üstelik devamı çekilmesi planlanan korku filmlerinin sonunda olduğu gibi, her seferinde geleceğe yönelik yeni bir felaketin işaretleriyle karşılaşacağız.
Ve böyle bir noktada, hekimler bağışlasın lütfen ama şimdiye kadar okuduklarımdan izlediklerimden çıkardığım kadarıyla bu salgın işinde çok çok kabaca iki adet yol var.
Birincisi, son derece katı bir fiziksel izolasyon sistemiyle üretimi/dolaşımı asgariye indirmek ve ne kadar gerekiyorsa o kadar uygulanacak sokağa çıkma yasaklarıyla virüsün yayılmasını tümüyle engellerken, bu süreçte de tedavi biçimleri geliştirmek.
Bu yol, son süreçte bütün sosyal sistemleri ve fonları tarumar etmiş olan neoliberal haydutlar açısından pek sevimsiz görünüyor. Üretim/dolaşım/tüketim zincirini kilitleyip ekonomik hayatı durdurmak ve bu arada toplumun çalışan kesimlerine belli bir süre ‘beleşten’ gelir sağlamak, kapitalizm açısından tam bir kâbustur; sistemin “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” en temel kurallarına aykırıdır. Bu tür önlemleri belli bir süre uygulayan ya da uygulama vaadi verenler de öyle kendi keselerinden yapmıyorlar bu işi. Dünyanın başka köşelerinden çaldıklarıyla cömertlik yapıyorlar, yüzlerce yıldır olduğu gibi.
İkinci yol ise bildiğin vahşet yolu! Sıfır tedbir! Sal milleti sokağa, ölen ölsün, kalan sağlar bizimdir! Nasıl olsa bu virüs denen illet bir yere gelir, öldür öldür yorulur ve durur, durmasa da bakarız bir çaresine. Temiz yol aslında. Temiz ama bir sakıncası var: Uçurumun dibinde yaşayanlar, bu kadar vahşet karşısında sükûnetlerini korumakta zorlanabilirler! O zaman da işler nereye varır, bilinmez.
Türkiye’de ve dünyada bugün yapılan ise bence kötünün de kötüsü bir oportünizm olarak şekilleniyor. Bir yandan riskin büyüklüğü görülüyor, bunun sonuçlarının ne kadar ürkütücü olduğu fark ediliyor; diğer yandan da tek tek kapitalistler açısından olduğu kadar ülkeler ve çok uluslu şirketler açısından da rekabete dayalı olan sistem kendini dayatıyor, ‘çarkların durması’ istenmiyor. Böylece ortaya, kendi içinde çelişkili bir yarım önlemler paketi çıkıyor. Şu kesim evde kalsın, şu kesim çıksın, şu dursun şu çalışsın, şurada izolasyon şurada serbestlik…
Nereye kadar peki? Aşı bulunacak! Ne zaman? Belli değil. Aşı yeni mutasyonlarla etkisiz hale gelebilir mi? O da belli değil.
Bulununca ne olacak? Kim dağıtacak? Kime dağıtacak?
Kapitalizmin bütün üretim sürecine eşlik eden anahtar bir cümle vardır. Herhangi bir yeni nesnenin üretimi söz konusu olduğunda, şöyle denir: “Seri üretim için henüz ekonomik değil.” Bu artistik lafın günlük dile tercümesi basittir: “Biz bunu henüz satamayız. Şu anda bundan para kazanamayız.” Seri üretimin “ekonomik” olmasının koşulu da, üretim maliyetinin düşürülmesi ve böylece o nesnenin geniş kitlelere satılabilir bir fiyata sahip olmasıdır. Ancak bu, özellikle sağlık sektöründe tam olarak böyle işlemez. Bir ilaç ya da aşının, şirketler tarafından tek tek yurttaşlara satılması tabii ki mümkündür ama genel satış miktarı açısından devede kulaktır. Asıl satış, kamu ya da özel hastanelere ve diğer sağlık kurumlarına yapılır; gerçek vurgun oradadır. İlaç sektörü bu nedenle kapitalist dünyanın en kirli sektörüdür, çünkü fiyatı belirleyen arka plan senin benim için meçhuldür. Siz örneğin bir çay bahçesinde kahve içtiğinizde, sıradan bir insan olarak onun maliyetini az çok kestirebilirsiniz. Ama bir ilaç kutusunun üstünde yazılı olan ‘etken maddeler’ listesinin (İsimlerini okuyabilirseniz eğer!) maliyeti üzerine hiçbir tahminde bulunamazsınız. Size kazık atmak isteyen kahveciyi dövebilirsiniz mesela ama o kutudaki iki-üç kimyasal maddenin maliyeti örneğin üç lira olsa ve siz ilaca üç bin lira ödeseniz hiçbir şey diyemezsiniz. Çünkü fiyat o maddelerin maliyetiyle değil, tekelin patentiyle belirlenir.
Ayrıca, iş böyle bir felaket zamanındaki aşı meselesine gelince, işler çok daha çapraşık olabilir. Özellikle dünyanın manyaklar ve aşırı sağcılar tarafından yönetildiği bir dönemde dağıtımın kriterleri ne olur, o da ayrı bir sorundur. Meraklısı varsa, “Yok canım o kadarı da olmaz” diyen varsa, MHP’li Osman Durmuş’un Sağlık Bakanı olduğu dönemde, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Şırnak gibi birçok ilde yapılan bayat kızamık aşıları yüzünden kaç Kürt çocuğunun SSPE hastalığından öldüğünü bir araştırsın. Daha geçen ay, bulunacak yeni aşının Afrika’da denenmesini öneren Fransız doktorları da araştırabiliriz bu arada. Ya da İsviçre’deki Küresel ve Kalkınma Çalışması Yüksek Enstitüsü’nde kamu sağlığı eğitmeni Illona Kickbusch’a kulak verebiliriz: “Ebola konusunda, aşının geliştirilme aşamasına dair ön araştırma yapılmıştı ancak daha ileriye gidilmedi zira kazanacak yeterli para yoktu.”
Hiç öyle komplo teorisi değil bunlar. Komplo teorilerinin en kötü yanı, sistemin “normal” gerçekliğinin üstünü örtmeleridir. Alavere dalavere yok burada, ‘normal’ işleyişten söz ediyoruz.
***
Sonuç olarak, hakikaten “başka türlü bir şey” gerekiyor artık bize. Kendimizin ve yakınlarımızın yaşamından söz ediyoruz, daha ötesi var mı? Bu korkunç dünyayı yeniden toparlamak mümkün olacak mı, bilmiyorum. Ama bir yerden yeniden başlamak gerekiyor, bir adımı diğerine ekleyerek ve biz nihai sonucu göremesek bile…
***
Otostopçunun Galaksi Rehberi isimli şahane romanının başlangıcında Douglas Adams, “Her şeyden önce, ağaçlardan inmekle büyük bir hata ettiklerini düşünenlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu. Bazıları ağaçlara çıkmanın bile yanlış bir hamle olduğunu ve hiç kimsenin okyanuslardan asla ayrılmamış olması gerektiğini söylüyordu” diyordu.
E, indik bir defa ama… İnmeyeydik iyiydi ama indik işte!
Şimdi artık, “Ne gelir elimizden, insan olmaktan başka?”