Berlin Duvarı’nın yıkılışından bugüne daha demokratik, daha insani, daha adil olacağını düşünerek umutlandığımız dünyanın yıkılışına tanıklık ediyoruz.
Oysa bilgi çağının hepimizi özgürleştireceğini, bizi birbirimize yakınlaştıracağını, savaşları sonlandıracağını, otoriter rejimlere geçit vermeyeceğini hayal etmiştik…
Geçmişin hayaletleri bizi ayıramayacak, geleceğe ortaklık bizi birleştirecekti. Kıyamet günü nutukları, beka söylemleri, güçlü devlet hayalleri yerini insanların refahını, özgürlüğünü ve insanca yaşamasını önceleyen yapılara bırakacaktı…
Yalancının mumu yatsıya kadar dahi yanmayacak, saniyeler içinde gerçek tüm dünyayı dolaşacaktı. Ve gerçeğin tanıklığı despotların elini kolunu bağlayacaktı…
Oysa tam tersi oldu. Mitler gerçeğin yerini aldı. Geçmişin gölgeleri geleceğin umutlarını çaldı. Büyük ve güçlü devlet hayalleri peşinde bireyin özgürlüğü elinden alındı.
Şimdi her şeye baştan başlamak zorundayız. İyiliği, ortaklaşmayı, erdemi ve ahlaki yeniden kurumsallaştırmadan başka çözüm görünmüyor. Bugün yaptıklarımızın da tarihin bir parçası olacağı bilinciyle, önce gerçekleri olduğu gibi görmek, zor da olsa kendimizle yüzleşmekten başka da çare yok.
Erdem ve ahlak bireysel değerler olmanın ötesinde kurumsaldırlar. Kurumlar erdemli ve ahlaklı olmayı özendirir ve mümkün kılar. Kurumlar yok edildiğinde erdem ve ahlak da, toplumu içeriden çökerterek silikleşip yok olur. Ve hep birlikte yeni bir tarih yazımına başlarız: Kaybettiklerimizin tarihidir bu. Bu aynı zamanda bir restorasyon çabasıdır da…
Eşitlik, bireysellik, birikim, tarihi miras, entegrasyon ve yenilik hepsi insan kararlarının ve eylemlerinin sonucudur. Ve hepsi birbirine bağlıdır. Biri çökerse zincirleme hepsi çöker. Biri güçlenirse hepsi güçlenir. Ama ‘gerçek’ hepsinin üstündedir. Gerçeğin inkâr edildiği, algının gerçek olarak sunulduğu toplumlarda çöküş öngörülenden daha hızlı olur.
Kuşkusuz bu dünyada nihai gerçeğe ulaşılamaz, ancak gerçeğe ulaşma çabası bırakılıp, yaratılan çekici algılar peşinde koşulmaya başlandığında birey hem özgürlüğüne hem de geleceğine sırt dönmüş olur.
Çünkü otoriterlik, gerçek ile bizi cezbeden inançlar arasındaki farkı anlayamadığımız zaman güçlenir. Otoritenin söylediğinden başka bir gerçeğin olmadığına inanan yığınlar, otoritenin gücüne güç katar. Zamanla kayıtsızlaşan kitleler için düşünmek zor bir eylemdir, anlamak beyhude çabadır, erdem ve ahlak zayıflıktır. Otoritenin işaret ettiği gerçeği kabul etmemek ise ihanettir.
Az çok demokratik geçmişi olan toplumlar, demokratik kurumları yıkarak, uydurulmuş bir gerçekle kitleleri kontrol etmeye başlayan otoriter yönetimlerin uzun süreli olmayacağı avuntusuyla yaşarlar. Bu avuntu onları sinikleşmeye iter. Gerçeği arama çabasından vazgeçer, erdem ve ahlakın kurumsallaşması ve yeniye tutunmanın gerekliliğini ihmal ederler.
Oysa otoriter liderliğin sınırları yoktur ve elde ettikleriyle yetinmesi diye bir şey söz konusu değildir. Kendi duygularının ve düşüncelerinin herkes tarafından paylaşılmasını ve içselleştirilmesini ister. Onun seçtiği düşman sizin de düşmanınızdır artık. Bu başka bir devlet de olabilir, etnik bir grup, entelektüeller ya da tüm ekonomik kurumlar da…Gücü elde tutmak için hep yeni düşmana ihtiyaç vardır, ta ki, toplum barışı düşünemeyecek hale gelene kadar…
Bu durumda gerçeğe tutunmaktan, gerçeği aramakta ısrar etmekten, geçmişi olduğu gibi görerek gelecek için geçmişten dersler derlemekten, erdem ve ahlakın kurumsallaşması çabasından asla vazgeçmememiz gerekiyor. Çünkü otorite gerçeği vakum gibi emer.
Gerçek yoksa aynı zamanda güven de yoktur. Güvenin olmadığı ortamda, paranoya ve komplocu söylemler kitleleri esir alır. Hatalar tekrarlanır. Geçmişi olduğu gibi görürsek, içindeki yerimizi, neyi değiştirebileceğimizi ve geleceği daha iyi nasıl yapabileceğimizi görürüz.
Yaşadığımız dünyanın yıkılışı ve değerlerin çöküşü ne kadar acı ve kahredici de olsa, aslında hepimiz kimsenin öngöremeyeceği bir yenilenmenin yapımcılarıyız. Bu sorumlulukla adım atmak geleceğe borcumuzdur.