Hiç kuşkusuz, on yıllardan bu yana sandıkta ifade edilen halk iradesine ilk defa saygı duyulmuş olması nedeniyle, günümüz Meksika’sında tarihsel bir dönemi deneyimliyoruz. Yolsuzluğa bulanmış fakat bunların cezalandırılmadığı, sistemin çöküşün falan yol açmadığı, Felipe Calderón’un “böyle gelmiş böyle gider”inin hüküm sürdüğü bir devlete karşı Meksika halkının bu muazzam zaferini, küçümsemeksizin ve hafife almaksızın, topraklarını, Toprak Ana’yı ve yaşamı savunan yerli halkların eleştirel düşüncesinden ve mücadelesinden doğru analiz etmek gerekiyor.
Bu geçiş, (on yıllardır iktidarda olan) Kurumsal Devrimci Parti rejiminin ansızın yaptığı bir demokratik çağrıyla değil, geleneksel devlet seçim sahtekârlıklarını engelleyen birbiriyle ilişkili üç etken sayesinde mümkün oldu: 1) Kayıtlı seçmenlerin yüzde 60’ından fazlasına karşılık gelen sıra dışı yurttaş katılımı; 2) Seçimlere ayrı ayrı katılan ve kampanyaları boyunca derinleşen iç bölünmeler yaşayan iki ana partideki, PRI’daki ve PAN’daki siyasetçiler sınıfının arasındaki çatlaklar; 3) Değişim isteklerini dile getiren milyonlarca seçmenin verdiği cezalandırma oyları.
Ancak yaşanan durum devletin kendisini yeniden kurma becerisini de gösteriyor: yurttaşların kitlesel müdahalesinden kaynaklanan zafer hızla bir “kurumların zaferi”ne ve “demokratik sistemin zaferi”ne dönüşmüş durumda. Seçim sürecine giderken ve seçim boyunca yaşanan şiddet sanki yaşanmadı ve 132 adayın katledildiği hızla unutuldu gitti. Seçim gecesi devletlû adayın muhalefetin zaferini tanımasının yanı sıra Enrique Peña Nieto’nun mesajında doruğa çıkan bir dizi veciz olaylar silsilesi ve kazanan adayın gerçekleştirdiği uzlaşmacı konuşma, hükümetin devlet kanalıyla insanlığa karşı işlediği süregiden suçlarının hiçbir şekilde cezalandırılmayacağı ya da hazinenin alenen yağmalanmasına ve hükümetin üç ayrı düzeyde örgütlü suç ile alenen iç içe geçmiş olmasına karşı bir ceza davasının söz konusu olmayacağı ile başlayan bir danışıklı dövüşün söz konusu olması ihtimalini ortaya çıkarıyor.
Aynı zamanda, López Obrador’un seçimi kazanan aday olarak, daha ilk konuşmasında kapitalist şirketlere “radikal önlemler almayacağı”, “sözleşmelere saygı duyacağı”, “kamulaştırma yapılmayacağı” konusunda güvence vererek sakin olmaları mesajını vermesi de önemli. Yine Obrador’un sloganı da bu bağlamda anlaşılmalı: “Herkesin iyiliği için, öncelikle de yoksulların.” O zaman şu soruyu sormak uygun olacaktır: Kimdir bu “herkes”?
Yine, yolsuzluğun ülkenin bütün kötülüklerinin kaynağı olduğuna dair bütün kampanyasında sürekli tekrarladığı kendine has rehber düşüncesiyle Obrador, yolsuzluğun aslında, temelinde işçi sınıfının emeğine el konulmasına ve stratejik doğal kaynakların ve toprakların şirketler tarafından gasp edilmesine dayanan kapitalizme içkin bir şey olduğunu reddetmiş oluyor. Yeni seçilen başkan Obrador, yolsuzluk etkenine vurgu yapıp durarak, değer, sömürü, artık değer, sınıf mücadelesi yasalarının Meksika’da geçerli olduğunu reddediyor.
López Obrador’un Marksizm’in “klasiklerini” doğrulayan bu kendine has bakış açısı, yerli halkların topraklarının kapitalist ulus-ötesi şirketlerin yararına yeniden-sömürgeleştirilmesine karşı sürdürdüğü ve seçim kampanyası boyunca Yerli Hükümet Konseyi (Consejo Indígena de Gobierno, CIG) ve sözcüsü Marichuy’un görünür hale getirdiği direnişin yönü açısından çok önemlidir. Madencilik şirketleri, kanal-boyu koridorları, rafineriler, otoyol projeleri, hızlı trenler ve şirket yöneticileriyle yaşanan balayı, yerli halklar açısından kötü işaretlerdir.
López Obrador’un çevresindeki yerli örgütü liderleri ise, kendi hesaplarına, “itaat ederek yönetmek” dahil Zapatistaların anlatım biçimini kullandıkları ve kısaca ve bir temel önerme olarak San Andrés diyalogundan bu yana aşılmış olan ve bugün artık yeni bir devlet sekretaryası oluşturacak biçimde bir yerli bürokrasisinin liderliği altında yürüyen “yerlicilik/indigenismo” anlayışına dönüşü savunan bir programatik belge ortaya koydular.
Marichuy ise, gerçekten önemli olan şeyin bugün yapılacaklar olduğunu ve bugünün ötesindeki görevin ise ülkeyi gerçek bir değişim hattına sokmak isteyenler açısından örgütlenmek olduğunu; meselenin kapitalist şirketlere ve onları koruyan hükümetlere karşı gecekondularda, ilçelerde, şehirlerde ya da yerli topraklarında, nerede olunursa olunsun direnmek meselesi olduğunu ilan etti.
Temsili demokrasinin sınırlılığı, yurttaş katılımının sadece bir güne sıkıştırılmış olmasıdır ve bu anlamda, kamusal meseleler de seçmenleri yok sayan bir profesyonel siyasetçiler sınıfının tekelinde kalır. EZLN ve Yerli Hükümet Konseyi ise, yeni türden bir demokrasi, iktidarın ve yurttaşlığın aşağıdan inşasına dayanan, bir gündelik hayat biçimi olarak iktidarın denetimini ve işletilişini olması gerekenden doğru sürdüren, yani, etik kavramlara dayanan bir otonomcu demokrasi öneriyorlar. Bu demokrasi biçimi, bürokratik zümrelerin yeniden üretilmesinin bir aracı ya da prosedürü değil, aksine, bir toplumsal ve siyasal anlaşma, yaşamın bütün alanlarında ve meselelerinde topyekûn işleyen bir gündelik kuruculuk faaliyetidir.
Bu otonomcu demokrasiye dönük mücadele, halklarla omuz omuza, aşağıdan ve sola doğru devam edecek.
*Soner Torlak tarafından çevrilen bu yazı Sendika.Org’dan alınmıştır.