Trump ve yardımcısı Mike Pence’in rahip Brunson hakkında verilen ev hapsi kararı üzerine yaptırım mesajları ile eşzamanlı olarak Kongre’nin F35’lerin teslimatını askıya alma kararı gündemi ısıtıyor. Nasıl sonuçlanacağı hiç belli olmaz çünkü elimizde Trump ve Erdoğan gibi iki karakter yani en az iki bilenmeyenli bir denklem mevcut.
Bilinenlere bakalım. Amerikan yönetiminin reis rejimine verdiği icazetin pek de gönüllü olmadığı, zorunluluktan kaynaklandığı düşünülebilir. Başka bir açıdan bakıldığında, otoriter rejim ve bunun getireceği istikrarın, bir müttefikte eleştirilecek değil aranan nitelikler olduğu da söylenebilir. Beyaz Saray ve Pentagon çevrelerinde, Rusya ile Doğu Avrupa ve Suriye’de yaşanan yakın temasın ve Çin’e karşı açılan ticaret savaşının, her an sıcak çatışmaya dönüşmesinin ciddi bir ihtimal olarak tartışıldığını Foreign Affairs gibi Amerikan yönetimine yakın yayınlarda görüyoruz. Bu halet-i ruhiye içinde kendi toplumuna ve çevre ülkelere söz geçirme kudreti arz eden bir müttefik sorunlu değil, değerli addedilecektir.
ABD-Türkiye ilişkileri dendiğinde, ABD açısından bildiklerimiz böyle. Bilemediklerimiz ise muhtelif rivayet. Örneğin, 15 Temmuz darbesine Graham Fuller ve Henri Barkey gibi Türkiye uzmanı iki ağır top rehberliğinde CIA’in ve İncirlik’te konuşlu NATO güçlerinin de fiilen katıldığı iddiası (reis başta olmak üzere AKP çevrelerince sık sık ima edilen bir iddia) üzerine kalem oynatmak bizi aşar.
Türkiye açısından baktığımızda, Suriye iç savaşı, Türkiye için aslında birçok olanağın önünü açıyordu. Türkiye’nin Erdoğan önderliğinde Ortadoğu kamuoyu üzerinde itibar sahibi bir “yumuşak güç” olduğu kabul ediliyordu. Bu güvenle, Erdoğan yönetimi Arap Baharı sürecinde önce Müslüman Kardeşler’in (İhvan) hamiliğine soyundu. Ama İhvan ihtilâlı, Mısır’da bir askeri darbeyle tersine çevrilirken, Tunus’ta laik müesses nizam ile bir uzlaşma dengesinde stabilize olacaktı. Suudi rejim, tarihsel rakibi İhvan karşısında siyasal irade gösteriyor, siyasal çelişkilerin askeri çatışmaya dönüştüğü durumlar ise İhvan hareketini fanatik cihatçılığın gölgesinde bırakıyordu.
Arap Baharı’nın, Libya ve akabinde Suriye’de kanlı iç savaşlara dönüştüğü momentte Erdoğan rejimi, ılımlı İslam’dan fanatik cihatçılığa doğru bir eksen kayması yaşamak durumunda kaldı. Suriye iç savaşında Selefi/Sünni cihatçılara verilen destek, ABD’nin icazeti ile Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere Körfez sermayesinin desteği ile gerçekleşiyordu. Erdoğan yönetimi bu durumdan, Ortadoğu’da kendi hesabına vekalet savaşları yürütebilecek bölgesel bir “sert güç” statüsüne doğru ilerleme umudu çıkarmaktaydı. Ama Rusya’nın savaşa duhulü, her şeyi değiştirdi. ABD ve Suudi kanadı, artık Baas rejiminin devamını içerecek formüllere rıza göstermeye hazır olduğunu ifade ediyor. “Eyy Esed” çemkirmesiyle ortada bırakılmış Erdoğan ise, Rusya ve İran ile bir takım Selefi/Sünni gruplar adına girdiği pazarlıklar yoluyla Türkiye’nin bölgesel güç konumunu korumaya uğraşıyor.
Türkiye belli ki, bölgede 2000’li yıllara kadar NATO jandarmalığından öteye gitmemiş olan rolünü, 21. Yüzyılda Ortadoğu’da söz sahibi bir bölgesel güç konumu ile değiştirmek istiyor. İlk stratejik hedefinin Kuzey Suriye’de bağımsız ya da özerk Kürt oluşumlarını engellemek olduğu görülüyor. Daha geniş açılı hedef ise enerji ile ilgili: Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de üretilen enerjinin kontrolü ve dağıtımında söz ve pay sahibi olmak. Bunu gerçekleştirmenin birinci yolu, enerjinin Batı’ya aktarımı için Türkiye toprakları üzerinden güvenli rota önerileri sunmak. İkincisi ise alternatif önerilerin (örneğin, İran-Irak-Suriye üzerinden Akdeniz’e akacak “Şii koridoru”) önünü tıkayarak Ortadoğu’nun kuzeyinde bir enerji nakil tekeli oluşturmak. Suriye iç savaşının altında da zaten Türkiye ve diğer bölgesel güçleri aşarak küresel güç merkezlerini yakından ilgilendiren bu kaygının yattığı söylenebilir.
Türkiye-ABD ilişkileri başlığı altında, Ortadoğu ve özellikle Suriye, kaçınılmaz olarak ilk, hatta tek gündem maddesi olarak öne çıkıyor. Toparlarsak, Türkiye kendi gündemi ve beklentileri olan bir bölgesel güç fakat aynı zamanda ABD icazeti ile hareket etmeye mecbur bir güç. Rusya ile yakınlaşma, Mınbiç ısrarı gibi örneklerde görüldüğü gibi mutlak ABD kontrolünden görece özerkleşme ve küresel güçler arası anlaşmazlıklardan yararlanma eğilimi gösteren bir güç. İdeolojik niteliği itibarıyla ırkçı bir bölgesel güç; çünkü birinci hedefi, Kürdistan fikrini ve oluşumunu engellemek, bu olmuyorsa şiddet kullanarak bastırmak ve olabildiğince geciktirmek.
Rahip Brunson’un ev hapsinde mi kalacağı yoksa serbest mi bırakılacağı sorusu sorulduğunda, konu ister istemez buralara kadar uzuyor.