Nujiyan Yıldırım
Ekolojiyi belki de en güzel ifade eden köken olarak eski Yunanca’daki ‘ev’ anlamında olmasıdır. Sahiplenme ve sevme anlamında ev (yuva) bize neler hissettirip düşündürüyorsa ekolojiyi de aynı şekilde algıladığımızda doğa, toplum ve insanın muhteşem bağlarını da görmüş oluruz.
Kavramsal ve kuramsal olarak ekolojiye yapılan tüm tanımları özetlediğimizde de ortaya salt kimliksel bir tanım değil doğa-toplum-insan üçlüsünden oluşan ve yaşamı temsil eden bir mekanizma ortaya çıkıyor. Kuramsal olarak açımlarsak; doğanın dayandığı fizyolojik ve biyolojik bir gelişme tarzı vardır, her canlı türü bir evrimin sonucu olarak bugünkü halini almış ve bütün canlılar karşılıklı uyum içinde birbirilerinden ve doğadan etkilenerek gelişmeye koşullanmışlardır. Dolayısıyla herhangi bir canlı türünün yok olması ya da saldırıya uğraması bu yaşam mekanizmasına vurulmuş bir darbe olarak kabullenilmeli ve ona göre de bütünsel bir refleks gösterilmelidir. Bu diyalektik bağ aynı zamanda ekolojiye eşitlendiği bileşenlerine karşı ve onların yapay ürünleri olan iktidar ve kar hırsıyla gerçekleştirdiği tahribatları ve bu tahribatları onarma ve koruma reflekslerini de yüklemiştir. Bu hali ile ekoloji salt bir çevre kurumu olmaktan çıkıp evrensel mistik bir tanıma ulaşmıştır. Dünya geneline baktığımız zaman olay ve olgular kriz kavramı ile ifade edilip sorunlar bir nevi örtbas edilmek istenmektedir. Enerji ve gıda kaynaklarının tüketilmesi, açlık sorunları, kanserojen kentleşmeler, dengesiz nüfus artışı, savaşlar, ekonomik buhranlar vb hepsi birer ekolojik kriz olup doğa-toplum-insan mekanizmasına dışsal ve içsel saldırı biçimleridir. Bu sorunlara neden olan zihniyet kar hırsı ile donanmış tekelci Kapitalist Modernite’nin ta kendisidir ve evrensel bir boyut kazanmıştır. Dolayısı ile çözümü de sorunsallığın büyüklüğüne göre ve sonuç alıcı olmalıdır. Onun için çözüme kavuşmanın yolu öncelikle bir çözüm modeli ve planını geliştirip bu oluşumu köklü bir düşünsel /felsefik altyapıya kavuşturmakla mümkün olabilir. Bu çözüm yolu kaynağını yaşamın temelinin biyolojik bir dengeye bağlı olduğunun gerçeğinden almaktadır. Biyolojik denge de karşıtların bir birilerinden beslenerek ayakta kalması gerçeğine bağlıdır. Farklılıklar var olduğu sürece biyolojik dengenin devamlılığından söz edilebilir. Tek cins ağaç, tek tür böcek, tek tür kuş, ve tek tip insanla ne yaşama döngüsü tamamlanabilir nede orada gerçek anlamda bir yaşamdan söz edilebilinir. Bu optimal dengeyi bozmak (doğa-toplum-insan) ekolojik bir yaşamdan uzaklaşmakla eş değerdir.
Savaşlar, biyolojik hastalıklar, barajlar, kültürel soykırımlar, betonik kanserli kentleşmeler, orman kıyımları vb tüm bu gelişmeler canlı evrene, sistemin yarattığı ölümcül sonuçlardır. Bu noktada şu ölümcül soruyu sormakta yarar vardır. “Bu sistem (Kapitalist Modernite) canlı evrenin kaderi midir?” Bu sorunun cevabı aynı zamanda bizlerin bir alternatif sisteme sahip olup olmadığımızın doğal olarak resmi olacaktır. Bu bağlamda toplumsal ekolojik bir paradigmaya duyulan ihtiyaç ve bunun genel anlam ifadesi olan Demokratik Modernite sistemine entegre olmamız can alıcı bir önem kazanmaktadır. Belki de en çok tahribat yaşamış bir toplum olarak Kürdler bu alternatif sistemi sahiplenmeli geliştirmeli ve yaşatmalıdır. Tarih boyunca en çok tekçiliğe itilmiş, hakları elinden gasp edilmiş, jenosidler yaşamış Kürt toplumuna karşı günümüzde de bu saldırılar devam etmektedir. tarihi, kültürü, doğası, kimliği talan ve inkar edilmektedir. Yapılan gereksiz baraj-HES’ler kültürel yıkımlar siyasi ve askeri toplumsal saldırılar devasa boyutlarda devam etmektedir. Bu nedenle ekolojik bir anlayış ve çözüm perspektifi aynı zamanda bu toplumun özgürlüğüne giden bir yol olarak önem kazanmakta doğal olarak insanlığa da umut olmaktadır. Endüstriyalizme karşı eko-endüstriyalist, tekçi zihniyete karşı çoğulcu bir anlayış doğanın karşısında olan değil içinde olan bir yaklaşım baraj ve HES’lere karşı bir tutum ve genel olarak özetlersek tüm engelleme ve tahribatları giderecek politik ve örgütsel çalışmaların mücadelesini yükseltmek gerekir. Aksi takdirde kapitalist sistem kendini yenileyerek bir ağaç kurdu gibi içten içe ağacı çürüme ile yüz yüze bırakmaya devam edecektir.
Yaşanan felaketler karşısında kazanan ile mağdurların durumunu özetleyen Kurdi bir söz vardır, ‘ji hinekan re beşibirlike, ji hinekan re seferberlige’ (kimisine beşi bir arada altın, kimisine de seferberliktir…) denir. Bu salgının ve sonrasında öngörülen sorunların (atık, su, gıda vs) çözümü altın toplayıcılarına fırsat (insan hayatının sermayeye kurban, doğanın betona esir edilmesi) olmaması için tüm toplumsal dinamiklerin ortak hareketiyle, sosyal ve ekonomik seferberlik ruhuna ve ekolojik değerlere bağlı bir sistemin oluşmasına mümkün olur. İlgililerin ortaklaşacağı temel ilke ise biyoçeşitliğin olduğu doğal alanlara saygı, hava su ve toprak kaynaklarını koruma, insanın ve doğanın en büyük düşmanı olan savaşa karşı yaşamı savunmak olmalıdır.
Daha yaşanılır bir dünya için, efsanelerimizdeki ekosistemi ifade eden deyimlerden biri olan, yer ve göğün (mavi ile yeşilin) buluştuğu yerde oluşacak kıvılcım, sadece yaşadığımız topraklarda değil, küresel umutlara da yol açıcı olabilir. Yeter ki temel yaşamsal ilkelerde birlikte ortaklaşmayı bilelim. Yolumuz uzun ve zor olsa da imkânsız olmadığını biliyoruz. Çünkü arkamızda (kültür tarihimizdeki doğa ile ilgili efsane ve hikâyelerin zenginliği) ve önümüzde (son yıllarda yakılan nice ormanlık alanlar) defalarca yakılsa da toprağa tutunan köklerinin yeşerttiği meşe ağaçlarının gösterisi var.
Bu gösterinin adı: seyredenlerin ‘ağacın rüzgâr ile dansı’ diye gördükleri aslında ağacın uçurumda rüzgâra karşı yaşama tutunma savaşıdır…