‘Askeri-endüstriyel kompleks’ ABD kaynaklı bir terim. Başkan Eisenhower, 1961 yılındaki veda konuşmasında, ordu ve sanayi çevreleri arasındaki sıkı bağların siyasal ve toplumsal süreçler üzerinde artan nüfuzuna karşı ünlü uyarısını bu terime başvurarak yapmıştı. Başkandan önce sosyolog C. Wright Mills, ABD’de iktidarın, satıhtaki demokratik görünümün altında işlemekte olan bir askeri-endüstriyel kompleksin elinde olduğu tespitini 1956 yılında yapmış bulunuyordu.
ABD kapitalizminin yapısına bakıldığında, durumun hiç aksamadan devam ettiği gözlenebilir. ABD ve müttefiklerinin ordularını donatmak üzere silah üretmekte olan dev şirketlerin, finans ve bankacılıktan tarıma oradan medya kuruluşlarına ve petrol sanayine kadar birçok temel sektörde birden faaliyet göstererek ülke ve dünya pazarını her yönüyle kontrol altında tuttukları görülür. Küresel egemenliğin önkoşulu askeri üstünlük olduğundan militarist endüstrinin sürdürülmesi anlaşılır olmaktadır.
Ama bunun tersi de doğrudur. Ekonominin sürekliliği için onun omurgasını oluşturan silah sanayinin ayakta kalması, bunun için de ABD ordusunun küresel silahlanma yarışı ya da müttefikleriyle birlikte bölgesel gerginlik ve savaş hali içinde olması şarttır. Küresel ve bölgesel ölçeklerde barış halinin uzadığı durumlar askeri-endüstriyel kompleksi derhal harekete geçirecektir. Çıkış gerekçeleri hakkında dünya kamuoyunun pek de ikna olamadığı birçok büyük savaş, işgal, rejim değişikliği, askeri gerginlik ya da bölgesel çatışma, böyle dinamiklerin de ürünüdür.
Türkiye, Endonezya ya da Pinochet dönemi Şili gibi azgelişmiş dünyanın sadık ABD müttefikleri, soğuk savaş dönemi boyunca ABD merkezli askeri-endüstriyel kompleksin hizmetkarlarıydı. Sonrasında ortaya çıkan küresel iktidar boşluğu içinde bu tür ülkeler için bölgesel manevra alanları ortaya çıkmış görünüyor. Asya, Latin Amerika ve Ortadoğu’da hiç eksik olmayan bölgesel savaş, çatışma ve kriz halleri, görece özerklik kazanmış bu tür ülkelerin bölgesel güç manevraları için fazlasıyla meşrulaştırıcı malzeme sunuyor. AKP rejiminin giriştiği askeri yayılma hamleleri bu bağlam içinde okunduğunda anlaşılır hale gelecektir.
2000’li yıllar, Türkiye’de askeri yapılanmanın kapsamlı bir tasfiye ve dönüşümden geçtiği bir dönem oldu. ‘Kemalizmin kalesi’ni ‘Peygamber ocağı’na çevirme adına önemli başarılar kaydedildi. Zorunlu askerlik hizmetinin önemi azaldı; sözleşmeli er statüsünden yüksek rütbeli komuta kademesine kadar profesyonelleşmeye geçiş yapıldı. Tabi, bir de zamanın ve bölgenin ruhuna uygun olarak ‘esas ordu’ya paralel ÖSO misali ‘vekalet orduları’ kurularak beslenmeye başladı.
Bu dönüşümün arka planında, ABD misali fakat bu kez yerli ve milli bir ‘askeri endüstriyel kompleks’ de oluşmakta. Yeni ordunun donanım ihtiyacı, elden geldiğince yerli silah sanayi ürünleriyle karşılanıyor. Geçmişte devlet tekelinde olan silah sanayinde özel sektörün rolü de giderek artıyor. Silah sanayi, yerli ve milli taşeron sermaye palazlama projesinde motor rolünü, son yıllarda tıkanma yaşayan inşaat sektöründen devralma yolunda ilerliyor. Böylelikle, cumhuriyet Türkiye’sinin başından itibaren programatik hedefi olan ‘kendi burjuvazimizi yaratmalıyız’ şiarına ek olarak bir de 1950’lerden beri muhafazakar sağın diline yapışan ‘küçük Amerika’ olma ideali de nihayet başarılmış görünüyor. Çünkü artık kimse, Türkiye’nin bir ‘askeri endüstriyel kompleksi’ yok diyemeyecek.
Yerli ve milli kompleksin endüstri ayağına bakıldığında AKP rejimi altında atılım yapan iki grup hemen dikkat çekecektir. Bunlardan biri, devlet tarafından el konulması ardından Ethem Sancak’a devredilen BMC diğeri de saray-damat bağlantılı Bayraktar grubudur. Biri zırhlı araç başta olmak üzere kara kuvvetlerine üretim yaparken diğeri de son yılların gözdesi İHA ve SİHA üretimi alanında atılım yapmış bulunuyor.
Bölgesel bir askeri-endüstriyel kompleks olarak yeniden yapılanma süreci içinde olan ordu ve militarist sanayi üzerine bu ön gözlemler, son yıllarda yaşanan gelişmelerin belli yönlerini anlaşılır kılmaya yardımcı olabilir. Örneğin, ‘eyy Esed’ ve ‘darbeci Hafter’ başta olmak üzere neredeyse bütün ordular koronavirüs salgını nedeniyle fiilen tatile girmişken neden İdlib’e ve Libya’ya sürekli sevkiyat çabası içinde olunduğu sorusuna bazı yanıtlar getirilebilir. Benzer biçimde, Irak toprakları dahilinde olan ve içinde sivil insanların, ailelerin yaşamakta olduğu Mahmur Kampı’na hava saldırıları yapma ihtiyacının kaynakları üzerine farklı bir bakış geliştirilebilir.
(Devam edecek.)