Sağlık Bakanlığı, “Hayat Eve Sığar” adlı bir cep telefonu uygulaması hazırlamış. Uygulamayı telefonunuza indiriyor ve bulunduğunuz bölgenin koronavirüs riski altında olup olmadığını görebiliyorsunuz. Ayrıca harita üzeriden koronavirüs vakalarının yoğunluğuna göre Türkiye’de nerenin, ne kadar riskli olduğunu da görebiliyorsunuz. Koyu kırmızı alanlar, vaka sayısının ve riskin yoğun olduğu bölgeleri gösteriyor, vaka sayısı azaldıkça renk açılıyor. Veriler Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı resmi rakamlara dayanıyor. Hani şu TTB’nin, uzman hekim örgütlerinin ve salgınla sahada mücadele eden sağlıkçıların gerçekçi bulmadığı; “Salgınla mücadelede başarısızlığın üzerini örtüp, yine yapmacık bir başarı hikayesine inanmamızı mı istiyorlar?” diye düşündürten rakamlar…
Bakanlığın açıkladığı rakamlar, tüm şaibesine rağmen en azından karşılaştırma yapabileceğimiz bir veri sunuyor bize. İşte bu verilerle oluşan cep uygulamasındaki haritaya baktığımızda “Salgın sınıfsal mıdır, değil midir?” tartışmasına son verecek bir tablo çıkıyor karşımıza:
Emekçilerin en yoğun yaşadığı iller, ilçeler, mahalleler; (örneğin İstanbul’da Bağcılar, Esenyurt, Ümraniye, Gebze, Kocaeli, Bursa, Zonguldak vb. illerdeki işçilerin yoğun yaşadığı mahalleler) salgının en yaygın olduğu ve dolayısıyla da riskin en yüksek olduğu bölgeler. Nedeni açık. Bu bölgelerde “Hayat eve sığmıyor!” çünkü. Devletin yurttaşları salgına karşı uyaran “Evde kal yaşamda kal!” sloganı buralarda yaşayanlar için geçerli değil. Yurttaş sayılmadıklarından değil elbette; mesele vergi almak, askere göndermek olunca herkesten daha fazla yurttaş onlar. Ama iş; haklara geldiğinde, yurttaş oldukları unutuluyor ve teri, canı, kanı pahasına sistemin çarklarını döndürmesi gereken emekçiler oluyorlar…
Emekçinin emeğinin, yaşamının değersizleşmesi ve sömürünün olağan hale gelmesi salgınla ortaya çıkmadı elbette. Ama her zaman ölümle burun buruna çalışan madenciler, inşaat işçileri vb. için tehdit daha da büyüdü. Bu gruba yenileri eklendi. Marketlerde, fabrikalarda, kargo şirketlerinde, bankalarda, fırınlarda çalışanların da yaşamları tehdit altında artık. Sokağa çıkmanın insan yaşamını ve toplum sağlığını tehlikeye attığı koşullarda, bu tehlikeye rağmen işsiz kalmamak, sofraya bir lokma ekmek koyabilmek için çalışmak zorunda kalanların emeği, “ne iş yapıyor olursa olsun” her zamankinden çok daha değerli bugün. Karşılığı ödenmedikçe emeğin artan değeri, sömürüyü daha da artıyor; öyle artıyor ki Sağlık Bakanlığı’nın cep telefonu uygulamasından bile izlenir hale geliyor!
Kendisini var edenleri yok saymak, değersizleştirmek… Kapitalizmin sihri burada işte! Sermaye bu sayede büyüyor, servet böyle ediniliyor, iktidarlar böyle ayakta kalıyor. Ama bu, aynı zamanda da kapitalizmin en büyük çelişkisi ve en zayıf noktası. Zira çarkları döndüren, sistemi sırtında taşıyan milyonlarca emekçi, bunu fark eder; sınıf olma bilinciyle dayanışma içinde örgütlü hareket ederse eğer, “Yıkılmaz!” denilen sistemin bir fiskede yıkılması içten bile değil.
Egemenlerin sınıf bilincini kırmak için bugüne kadar bulduğu en etkili yol, emekçiler arasında “ayrımcılık” yaratmak. Bulduğu bu yöntem her daim işe yarıyor. Onları, cinsiyet, ırk, renk, dil, inanç farklılıklarıyla birbirine rakip, hatta düşman ederek bölmek, böylece sömürüye razı etmek, ardından devranlarını döndürmek…
1889’da Paris’te toplanan II. Enternasyonal’de bu sömürünün ancak emekçiler arasındaki ayrımcılığa son verilerek engellenebileceği bilinciyle “İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik ve Mücadele Günü” olarak kabul edilmiş 1 Mayıs. Enternasyonaller de zaten, insan gibi yaşamak, çalışmak ve sömürü düzenine son vermek için milliyet de dahil olmak üzere aralarında yaratılan ayrımcılığın her türünü yıkıp, “burjuvaziye ve kapitalizme karşı birlikte mücadele etmek”ten başka seçenekleri olmadığı düşüncesiyle kurulmuş örgütlenmeler.
Birinci Enternasyonal’den bugüne, aradan geçen 166 yılda, emekçiler ayrımcılığı kıramadı, dolayısıyla sömürü, artarak devam etti. Ediyor… Küresel salgın karşısında dünyanın hemen tümünde sermaye ve siyasi iktidarlar çıkarları için toplumun sağlığını, insan yaşamını hiçe sayıyor. Emekçilerin yaşamı umursanmadan, sadece sömürülecek varlıklar olarak görüldüğü gerçeği daha önce olmadığı ölçüde ortaya çıkıyor.
1889’dan bu yana olduğu gibi tüm dünyada emekçiler, her türlü baskıya rağmen -salgın nedeniyle farklı biçimlerde de olsa- bu yıl da “1 Mayıs” tan, birlik ve mücadele umudundan vazgeçmediklerini gösterecekler. Ancak artık bir adım daha ileri gitmek ve küresel salgın sürecinden de dersler çıkararak, ayrımcılıklara son vererek, birlik ve mücadeleyi fiilen yaşama geçirmek gerekiyor.