Meta ve artı değer ilişkilerinin her şeyi belirlediği, her şeyin alınıp satılabildiği kapitalist sistemde insani ve etik değerlerden söz etmek mümkün değil. Uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin egemen olduğu küresel kapitalist sistem, oligarşilerin ideolojik ve siyasal çıkarlarına dayalı olarak hüküm sürmekte, sisteme karşı olanlar ve alternatif toplum biçimleri önerenler ağır bir bedel ödemektedir. Kapitalist emperyalist dönemde ve günümüz koşullarında egemenlerin her adımı, her yardımı ve her söylemi onun politikalarını yansıttığı için her şey politiktir. Politikanın, “egemen sınıfların diğer sınıflar üzerinde baskı aracı olan devlet işlerini düzenleme ve yürütme” olduğu gerçeği hatırlandığında bu durum daha iyi anlaşılmaktadır.
Korona salgınına karşı mücadele ulusal, sınıfsal, cinsel, etnik, kültürel ve inançsal boyutuyla küresel politik bir sorun olarak ele almamız gerekmektedir. Ancak bu salgından kurtulmak, devletin, siyasal iktidarın veya bir başkanın tek başına halledebilecekleri bir sorun değil. Böyle bir salgın demokratik bir toplumda ya da sosyalist bir sistemde yaşansaydı hiçbir şey böyle olmazdı. Tüm toplumsal sorunlar gibi bu sorun da insani ve etik değerler düzeyinde ele alınır, halkın ortak dayanışma bilinçli kolektif çabalarıyla giderilmeye çalışılırdı. Kapitalist sistemde ise her şey sömürü, baskı ve tahakküm düzeyinde ele alınıyor ve bir avuç egemenin sınıf çıkarları konuyor. Salgın ve ölümlerle sadece işçiler, emekçiler, yoksullar, ezilenler, dışlananlar, muhalifler yüz yüze geliyor.
Küresel kapitalizmin küresel salgınına karşı küresel ölçekte ve sadece küresel güçlerin çıkarları üzerinden bir savaş yaşanıyor. Bu silahlı bir savaş değil, ama aynı zamanda bir sistem krizini yansıtıyor. Bu nedenle yüz binlerce ölüme, milyonlarca işsizliğe, yoksulluğa ve sefalete yol açıyor. Krizden en fazla etkilenenler, işçiler, emekçiler, cezaevlerinde bulunanlar, emekliler, engelliler, kent ve kır yoksulları, küçük esnaflar, kadınlar, çocuklar, mülteciler, kronik hastalıkları olan yaşlılar ve bu savaşın en ön safında yer alan sağlık çalışanlarıdır. Bu durum kapitalizmin çirkin yüzünü bir kez daha ortaya çıkarması, sistemin teşhirine ve yeni bir demokratik toplum biçimi sunmamıza olanaklar yaratması bakımından önem kazanıyor.
İktidarın “evde kal”, “hayat eve sığar” gibi sloganları hangi amaca hizmet ettiğini tartışmadan solcular dahil toplumun büyük bir kesimi tarafından benimsemiş durumda. Oysa bu slogan sokağa çıkma yasağı ve ev hapsi demek. Ev hapsi ise yeni infaz yasasında da revize edilen bir cezalandırma biçimi. Üstelik yaş sınırı ve özellikle 65 yaş üstüne getirilen yasak bir kuşağın cezalandırılması anlamına geliyor. Sayıları 7,5 milyon olduğu söylenin bu kesimin bir bölümü 68 ve 78 kuşağını oluşturuyor. Toplumun bu en aydın kuşağı sokağa çıkma yasaklarının ne anlama geldiğini, darbe ve sıkıyönetim koşullarından ve en son Cizre, Nusaybin ve Sur’daki yasaklardan bilmesine karşın bir ses çıkarılmaması, siyasal gerçeklerin kısa zamanda unutulduğu ve salgının popüler söyleminden başka bir şeyin düşünülemediği anlamına geliyor.
Bir 68’li olarak bu toplumsal duyarsızlıktan kaygı duyuyorum. Biz 68’liler o yıllarda en geç 10 yıl içinde Türkiye’de bir devrimin gerçekleşeceğine inanıyorduk. Bu nedenle dünyada ve Türkiye’deki eşitlik, özgürlük, demokrasi ve devrim mücadelelerine karşı devrimci ve demokratik duyarlılığımızı sürdürüyorduk. Bizden sonra gelen 78 kuşağının böyle bir hayali yoktu ama onlar da 68’in devrimci ve demokratik geleneğini devam ettirdiler. Egemenler hala bu iki kuşaktan korkuyor olmalı ki, bu kez bizleri evlere hapsetti. Bu işin esprisi tabi ki! Ancak bu koşullarda sistemi derinden sorgulamanın, geleceğe ilişkin öngörülerde bulunmanın, yeni mücadele ve örgütlenme biçimleri için kafa yormanın sadece bizim kuşağa özgü bir durumun olmadığı bilinmeli.
Devrim anında herkes devrimci olabilir. Ama önemli olan eşitlik, özgürlük, demokrasi ve devrim mücadelesini en zor koşullarda bile kesintisiz bir şekilde sürdürmektir. Devrimci gibi düşünmek yetmez, aynı zamanda devrimci bir yaşam sürdürülmesi gereklidir. Korona salgını ve salgının yarattığı ekonomik, siyasal ve toplumsal kriz koşullarını dünya, bölge ve ülke bağlamında ele alarak enternasyonal bir duyarlılıkla somut koşulların somut tahlili ile çözümler üretilmelidir. Özgürlükçü ve eşitlikçi demokratik bir toplum öngörüsü üzerinden devrim ve sosyalizm mücadelesi yükseltilmelidir.
Çincede kriz kavramı aynı zamanda fırsat anlamına geliyor. Bu bakımdan AKP-MHP iktidarının idari, siyasi, hukuki, iktisadi, dini vb düzeylerde krizi fırsata dönüştürme çabaları otokratik diktatörlüğe dönüşmüş durumda. Alman Bertelsmann Vakfı’nın iki yılda bir yayınladığı “Dönüşüm Endeksi”ne göre, Türkiye “Demokrasi Statüsü” sıralamasında 137 ülke arasında 77. sırada yer alarak monarşinin bir biçimi olan otokrasi statüsü kazanmıştır. Şimdi, ideolojik ve siyasal bir duyarlılıkla her türlü idari yaptırıma, ev hapsine, sokağa çıkma yasağına, işçilerin zorla çalıştırılmasına, cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin ölüme terk edilmesine, işten atılan ve kapatılan işyerlerindeki çalışanların açlığa terk edilmesine ve sağlık çalışanlarının yaşam koşullarının iyileştirilmemesine karşı en geniş eylem ve güç birlikleri kurulma zamanıdır. Unutmamalı ki, hayat eve sığmaz, evde kalınmaz!