Zuhal Atlan
Korona salgınının Türkiye’ye yayılmasının ardından hepimiz bir buçuk aydır evlerimize kapanmış bulunmaktayız. Bu dönemde bir yandan çalışmalarımızı evlerimizde sürdürürken diğer yandan ev halimizle bir başımıza zaman geçiriyoruz. En azından kimi ailesi, sevgilisi, eşi ya da arkadaşıyla evi paylaşırken kimi de benim gibi yalnız geçirenlerden Korona günlerini. Çok şey yazıp çizildi, “korona günlerinde şunu yapalım, gelişimimize fırsat tanıyalım, sevdiklerimizle sık sık konuşalım” gibi.
Benim bunları tekrar ederek canınızı sıkmaya niyetim yok. Kaldı ki ne bir psikolog ne de “….. uzmanıyım.” Aslında kendimizle kalmamızın; kendimizi nasıl anladığımıza ya da nasıl çözümlediğimize dair birkaç şey karalamak derdim. Yazmak için bunlara gereksinim olmadığına göre klavye tuşlarımıza serbestçe dokunmamızda bir sakınca yok.
Yaklaşık 1 buçuk aydır evlerimizde çalışıyoruz ve aynı zamanda evimizle de ilgilenmek zorunda kalıyoruz. Alışveriş, temizlik, yemek yapma gibi rutin işler. Bunların yanı sıra bir de yapmasından zevk aldığımız, bizi motive eden bazı eylemler var. Kitap okumak, enstrüman çalmak, dans etmek, spor yapmak, arada film ya da dizi izlemek, müzik dinlemek, arkadaşlarımızı stalklamak, Instagram’dan story paylaşmak, eski fotolara bakıp özlem gidermek, “korona bitsin burayı gezeceğim, şu kişiye sarılacağım” gibi temennilerde bulunmak, bazen de sabah işe gider gibi giyinmek… Eminim ki bunların en az birini hepimiz yapıyoruzdur. Yapmıyorum diyen kişiyi tebrik ederim demek; o bu çağın insanı değil ki bu başka bir yazının konusu.
“Yalnız kalmaya alışınca, herkes fazlalık gelir” diye bir söz var. Evet, yalnızlığımıza o kadar alıştık ki alışveriş yapmak için bile dışarı çıkmaya üşeniyoruz, insanlarla telefonda sesli sohbet etmekten imtina ediyoruz, online sohbetler bir süre sonra sıkıcı gelmeye başlıyor, mesajlaşma bir süre sonra rutin bir hale geliyor, sürekli korona günleri ile ilgili önerileri okumak banalleşiyor, film izlemek için butona bastığında ne zaman bitecek diye beklemeye başlıyorsun -bir yandan da gözün ve kulağın sürekli telefonda- spor yaptığında bir an önce bitsin istiyorsun, bir sonraki gün ne yemek yapsam diye düşünüyorsun, mutfakta dağ gibi bulaşık birikmiş “aman kim uğraşır şimdi” hallerindesin. Tüm bunların birkaçını yaşamayan var mı? Bence yok -olağanüstü insanları tenzih ediyorum.
Yalnız kalma isteğinin kendini toplumdan izole etmek olarak yorumluyorum, belki de yanılıyorum. Ama bir yandan izole halinden memnunken diğer yandan sevdiklerimizi özlüyoruz. Onlara sarılmak, karşılıklı sıcak bir sohbet etmek, ya da sevdiğimiz bir mekana gidip oturmak, dışarıda insan kalabalığı içinde gezmek, tüm çilesine rağmen toplu taşımayı bile özleyenimiz de vardır. Koronadan sonra (ki sonrası ne zaman meçhul) yaşamın eskisi gibi olmayacağı bir gerçek. Herkesi potansiyel virüslü göreceğiz, insan kalabalığı içine girmek istemeyeceğiz, 65 yaş üstü insanlarla temas etmekten kaçınacağız.
Tüm saydığım bu olumsuzlukları bir kenara bırakacak olursak; şunu biliyoruz ki yaşam varsa umut da vardır. Çok klişe olacak ama Korona bize çok güzel bir ders verdi. Bu derslerden biri de birbirimize ne kadar çok ihtiyacımız olduğu. Bu yalnız kalma isteği ya da toplumdan izole olma halinin geçici olduğunu düşünenlerdenim. Herkes, Koronadan sonra felaket senaryolarına dair iç karartıcı analizler yapmış olabilir. Kimi totaliter rejimlerin inşa edileceğine, kimi yoksulluğun daha fazla artacağına, denetlenmenin sık yapılacağına dair uyarılar yapıyor. Bunların hepsi duymak istemediğimiz gerçekler olabilir; ama unuttukları bir şey var o da dünyada felaketlere neden olanlar varsa, onların karşısında duran ve bunu kabul etmeyenler de var. Kabul etmemenin bedelini ağır ödediler; ama öncülük ederek dünyanın gidişatını değiştirdiler.
Biz de koronanın verdiği bu önemli uyarısından neden bir ders çıkarmayalım? Hele ki en çok da dayanışma ve kolektivizmin önemli olduğu gerçeği yüzümüze çarparken… Dolayısıyla; yalnızlığımız tekil olsa da aslında içimizde çoğuluz. Yalnızlık bir tecrit halinden çok, yaşamın elimize ayna verip kendimize bakma halini sağladı.
Gabriel Garcia Marquez, Kolera Günlerinde Aşk kitabında, “Sınırı olmayan ölüm değil, yaşamın ta kendisidir” der. Evet, yaşam sınırsız bir boşluk. Biz de şu an boşlukta olma halini yaşıyoruz. Boşluğa dalıp kaybolmak mı, yoksa boşluğun içini doldurmak mı?
Yine de siz Korona Günlerinde Mor’u yaşayın, onu tutun ve bırakmayın. Ola ki boşlukta kaybolup gitmemizi engelleyecek olan Mor’u yakalarsanız içini mücadeleyle doldurun.
Dayanışmayla…