Harry C. Merritt
Occupy Wall Street, Eylül 2011’de Aşağı Manhattan’da aniden ortaya çıktığında, birçok yorumcu hareketin soykütüğünü araştırmaya başladı: 1999’da Seattle… Avrupa’da kemer sıkma politikalarına karşı protestolar… Arap Baharı… Ama muhtemelen çok daha ötelere – on altıncı ve on yedinci yüzyıllara ve belirmekte olan kapitalist dünya düzenine meydan okumak için ayaklanan toplumsal hareketlere – uzanmamız gerekir.
Bu bağlamda Ben Wheatley’nin son filmi A Field in England [İngiltere’de Bir Tarla] şaşırtıcı bir sinemasal deneyimdir. 1648’de geçen film, diğer asker kaçaklarıyla birlikte İngiliz İç Savaşı’ndaki bir çatışmadan kaçan Whitehead adındaki korkak bir simyager çırağını takip eder. Kaçaklar sıradan bir tarlanın ortasında, zalim O’Neill’la karşılaşır. O’Neill, şiddetle tehdit ederek ve halüsinojen mantarlar vererek, onları tarlada gömülü olduğuna inandığı hazineyi bulmak için işe koşar. Siyah-beyaz uzun çekimler, bu sıradan tarlanın ayrıntılı bir zihinsel oyun alanına dönüşümünü sergileyerek, tarlada ve üzerindeki rengarenk grupta oyalanır.
Ama top ve arkebüz atışları düzenli olarak araya girer. Savaşın akisleri zamanın İngiltere’sindeki gelişmelerin fon müziğidir. Sonraki yıl Kral 1. Charles idam edildi ve krallığı bir devlete dönüştürüldü. Filmin akışı boyunca, eğitimli ve ilkeli Whitehead, alkolik Jacob ve safdil Friend’le birlikte, kendisini zenginleştirme peşindeki kaba bir İrlandalı olan O’Neill tarafından çalışmaya zorlanır.
Bu İngilizlerin O’Neill’ın idaresinde çektikleri ıstırap, 1641’deki İrlanda İsyanı sırasında İngiliz ve İskoç kolonicilerin katledilmesinden sorumlu İrlandalı soylu Sör Felim O’Neill’ın eylemlerini kastedermiş gibi görünür. Tarladaki masalsı dairelerden O’Neill’ın hakikati bulmak için kullandığı büyülü aynaya dek, büyücülüğe dair göndermeler boldur; bu dönem İngiltere’deki cadı avının doruğuyla çakışır. Bağımsız çizgilerinden soylulara ve zenginlere karşı küçümsemelerine kadar Jacob ve Friend’in iyi birer Leveller (tesviyeci) ya da Digger (kazıcı) olabileceği kolayca hayal edilebilir. O sıralarda karşılık içinde olan sadece İngiltere değildir – İngiltere’nin büyük bir kısmı ve dünyanın dört bir yanında gitgide artan sayıda toprağı, on altıncı ve on yedinci yüzyıllar boyunca sıra dışı ayaklanmalar deneyimledi.
“On Yedinci Yüzyılın Genel Krizi” kuramı esas olarak Marksist tarihçi Eric Hobsbawm tarafından geliştirilmiş olsa da (zaman içinde kurama meydan okundu ve çeşitli düzeltmeler yapıldı), bir dizi belli başlı tema hâlâ kuramla harmanlanabilirdir. Dini görüş ayrılıkları ve siyasi radikalizm, hem Katolik Kilisesi’nin hem de tanrının inayetiyle yöneten monarkların otoritesine meydan okudu. Otuz Yıl Savaşları gibi çatışmalar, modern devlet sisteminin oluşturulmasına yol açmadan önce, sonu gelmez nihilist katliamlara ve yağmalara dönüştü. Değerli metaller ve kâr için merhametsiz arayış, Amerikalı yerli halklarının fethini ve Atlantik köle ticaretini besledi.
Bu dönemin en güçlü kavramsallaştırmaları muhtemelen Peter Linebaugh ve Marcus Rediker’in The Many-Headed Hydra: The Hidden History of the Revolutionary Atlantic [Çok Başlı Hidra: Devrimci Atlantik’in Gizli Tarihi] başlıklı kitabında bulunabilir. Linebaugh ve Rediker’e göre yönetici sınıflar kendilerini, kaotik bir dünyaya düzen getirmek için çabalayan, Hercules’in çağdaş bedenlenişleri olarak hayal ediyorlardı. Düşmanlarının bedenlenişiyse, çok sayıda kafası çeşitli unsurlarını temsil eden mitolojik Hidra idi: dini muhalifler, halkın radikal kesimleri, asi Afrikalı köleler, baş eğmez bağımsız yerli Amerikalılar ve özgür fikirli kadınlar.
Amerikalarda ve Atlantik’te “Eskinin [Eski Dünyanın] plebyen komünizmi” “Yeni Dünya’nın ilkel komünizmi” ile karşılaştı ve kendisini belirmekte olan modernliğin düzenine karşı konumlandıran, melez, alternatif bir görüş oluşturdu. A Field in England’ın sonlarına doğru, halüsinasyon görmekte olan Whitehead “kendimin efendisiyim” diye beyan etti; bu idrak tam da egemen sınıfların Hidra’da en çok korktuğu şeydi.
Hidra, bu çokluğuna rağmen, belirmekte olan modernliğin kapitalist, sömürgeci düzenine meydan okumakta nihai olarak başarısız oldu. Aradan geçen yüzyıllarda, çeşitlilik, ütopyacılık ve egemen sınıflara yönelttiği tehditte Hidra’ya paralel bir grup hayal etmek güçtür – bir başka değişle günümüze dek. Yüzde birin üyeleri tarafından korkulan ve aşağılanan bir toplumsal gruplaşma olarak %99’un ortaya çıkışı, o çağın dinamiklerini ve söylemini yeniden üretir.
Küreselleşmenin yeni çağı, ABD’deki büyük bir çoğunluğun iktisadi güvenliğini erozyona uğratırken, %1 ve onların siyasi destekçileri, bizden daha çok çalıştıklarını için dünya zenginliğinin neredeyse yarısından fazlasına sahip olmalarının genel çıkara uygun olduğunda ısrar eder. Yakın geçmişte %1 üyelerinin, %99’un tehdidi altında olduklarını ileri süren sayısız bildirisine maruz kaldık.
Yaklaşmakta olan baskı hakkındaki bu tiz çığlıklar -Nazizm’i çağırmak popülermiş gibi görünüyor – %1 üyelerinin birbirleriyle özdeşleşme ve kitlelerden korkma derecesini ifşa ediyor. Hidra gibi, %99 da, net sınıf bilinci olan toplumsal bir formasyondan ziyade retorik bir inşadır. Bizatihi çeşitliliğinin kendisi en büyük zayıflığını oluşturur. Occupy Wall Street ve İspanya’nın indignados (öfkeliler) gibi hareketlerinin tekrarlanan yayılışı, yenilgisi ve yeniden canlanışı, Hidra’nın dağınık ama ısrarcı ayaklanmalarını andırır. Günümüzün Occupy aktivistleri bir grup New Yorklu emekçinin – siyah ve beyaz, köle ve özgür – devrimci bir gizli planı, 1741’de, günümüzdeki Zuccotti Parkı’nın bir blok ötesindeki bir liman tavernasından ortaya çıktı. Aynı anda hem ütopyacı hem de pratik hedefleri olan bu hareketler dünyanın dört bir yanındaki sıradan insanların hem temel gereksinimlerine hem de en derin arzularına başvurdu.
Kültürümüzün filmlerdeki, geçmişin dramlarının günümüzü bilgilendirdiği tarihsel alegorilere sevgisi göz önünde bulundurulduğunda, on altıncı ve on yedinci yüzyıllar üzerine olan filmler bu temalara neden bu kadar az dokunmaktadır? Eleştirmenler, Julie Taymor’ın 2010 tarihli The Tempest [Fırtına] uyarlamasını, hırsı ve kadın Prospero olarak Helen Mirren’a rol vermesi nedeniyle övdü. Ama hakikaten hırslı bir film yapımcısı, tiyatro oyununun esini için, Amerikaların Britanya tarafından sömürgeleştirilmesine, özellikle Sea Venture tayfalarının 1609’da Bermuda’da mahsur kalmasına bakabilirdi ya da oyunun sömürge Haiti’sinde geçen Aimé Césaire’ın versiyonunu uyarlayabilirdi.
Benzer bir biçimde, asi bir John Smith’in cennetvari Virginia’yla mest olduğu, Terrence Malick’in The New World’ü [Yeni Dünya’sı] The Many-Headed Hydra’da betimlenen radikal görüşle flört eder. Daha da beteri ise, Jane Austen’in, tarihe dair yaptığı “her sayfasında savaşlar ve salgın hastalıklarıyla papaların ve kralların dalaşı; işe yaramaz erkekler ve neredeyse hiç kadın olmayışı” şeklindeki acıklı yorumun cisimleşmiş hali gibi görünen, The Tudors ya da The Borgias gibi televizyon için hazırlanan mini dizilerdir.
Günümüz televizyonu ve filmleri sığ bir görüşü tercih ediyorsa, eski filmler de çoğu zaman daha iyisini yapmadı. The Last Valley [Son Vadi] Otuz Yıl Savaşları’nın dehşetini ve kaosunu yakaladı ve A Field in England’dakine benzer karakter dinamiklerini – uysal bir öğretmen (Ömer Şerif), pastoral bir Alman köyünü işgal eden, acımasız bir paralı asker olan yüzbaşıdan (Michael Caine) askerlerini gemlemesini ve merhamet etmesini diler – sundu ama film büyük bir ticari başarısızlıktı.
Avrupa’da bu dönemin toplumsal tarihi daha iyi bilinir ama yakın geçmişteki filmler sadece yüzeysel bir inceleme sunar. Rus yapımı destansı film, 1612, artzamanlı olarak Zorluklar Zamanı’nı – başkarakter Andrey ve esprili Tatar yardımcısı tarafından canlandırılan – halk arasında Rus vatanseverliğinin dönemi olarak betimler ve onları kötülüğe, açgözlü Lehlere ve onların Katolik paralı askerlerden oluşan ordusuna karşı konumlandırır.
Bir model Martin Hellberg’in 1956’da Thomas Müntzer filmini yönettiği Doğu Almanya’dan gelebilir. Friedrich Engels’in Alman Köylü Savaşı (Der deutsche Bauernkrieg, Yordam Kitap, 2018) başlıklı kitabından esinlenen Hellberg’in filmi, Protestan Reformasyonu’nda yer alan bir Alman Rahibi olan Thomas Müntzer’in yaşamına odaklanır. Wolfgang Stumpf tarafından çarpıcı ve karizmatik bir biçimde canlandırılan Müntzer’in gitgide artan radikalizmine tanıklık ederiz. Müntzer Luther’le yollarını ayırır, Alman prensleriyle, Katoliklerle olduğu kadar Protestanlarla da çatışmaya girer.
Müntzer yeryüzünde Cennetin Krallığını gerçekleştirme hayali çevresinde köylülüğü bir araya getirir; bu toplumsal devrimi güçlendirmek için dinî bir dil kullanır. Bu isyan, Müntzer taraftarlarının prenslerin paralı askerleri tarafından katledildiği ve Müntzer’in ele geçirilip, işkence ve idam edildiği, 1525’deki Frankenhausen Savaşı’nda doruğuna ulaşır.
Thomas Müntzer’in bazı unsurları, ayaklanan köylü, entrikacı soylu betimlemeleri ve Müntzer’in “öyle ise halka karşı olan bir yasanın, yasa olmadığını düşünüyorum!” gibi demeçleri, günümüz izleyicileri için biraz içerikten yoksun görünebilir. Ama film, dini reformun yanı sıra toplumsal devrim de talep eden Protestan Reformasyonu’nun radikal unsurlarını yakalar; bunlar, Lutherciliğin ve Kalvinciliğin nihai başarısının ışığında, büyük ölçüde unutulmuştur çünkü taraftarı katledildi ya da Avrupa’dan sürüldü.
Gösterime girdiğinde Batı Alman basını tarafından görmezden gelinen ve günümüzde dek restore edilmeyen ve İngilizce altyazıdan hâlâ yoksun olan bu film yeniden gözden geçirilmeyi hak eder. Evet, Thomas Müntzer Stalinist bir rejimde çekildi; ama sıradan insanların hakları ve haysiyeti için mücadelesini çekincesizce betimledi. Bu Sergei Eisenstein’ın Korkunç İvan’ının aksine on altıncı yüzyıl hakkında bir destandır.
Alain Badiou’nun “her hakiki kitle hareketinin değişmez özelliği” olarak gördüğü “eşitlikçilik, kitle demokrasisi, sloganların icadı, cesaret, tepkilerin hızı” hem 1500’lerdeki Thomas Müntzer’in hareketinde hem de 2010’larda Tahrir Meydanı’nda cisimleşti. Benzeşmeyen gruplar, haklarını ileri sürerek ve toplumlarının alternatif bir vizyonunu sunarak, Kahire’den Madrid’e ve New York’a kadar kamusal alanları işgal ettiğinde, erken modern dönemde bir başka dünya adına, egemen sınıfların sömürüsüne karşı mücadele eden Hidra’nın üyelerini unutmamalıyız.
Günümüzün, birçok pratik ders çıkarmak için bu dönemden çok uzakta olduğu ileri sürülebilir. Ama bu esinlenmek için dönemin olaylarına, kişiliklerine ve simgelerine bakamayacağımız anlamına gelmez. Rastlantı bu ya, günümüzün LGBT ve barış aktivistleri tarafından kullanılan gökkuşağı bayrağı, Thomas Müntzer’in Alman köylülüğünü bir araya getirmek için kullandığı gökkuşağı bayrağını andırır – herhangi bir dönemde rengarenk bir koalisyonu birleştirmek ve bir başka dünyanın olanaklı olduğunda ısrar etmek için uygun bir simge.
*S. Erdem Türközü tarafından çevrilen bu yazı dunyadanceviri.wordpress.com’dan alınmıştır.