Vedat Yeler
Akla, hayale sığmayacak gelişmelerin olduğu bir süreç desem; hem klasik çok basit bir cümle olur, hem de bir o kadar da gerçekliği yansıtan ağır bir cümle olur. Birçok yazının girişi gibi gelse de maalesef yaşamdan yol aldıkça, gün gün ilerledikçe hayretler içinde olacağımız gelişmelere tanık oluyor ve yaşıyoruz.
İşin felsefesi haddimi aşar, öyle Marks’tan Mao’ya tarihsel süreç okuması yaparak bir belirleme ya da kapitalizmin dönemsel girdaplarından alıntılarla toplumsal muhalefet belirlemeleri yapmayacağım. 1800 ya da 1900’ler… gibi bir dizi tarihsel süreçlerin anlatımına da gerek yok. Sadece bugüne; gözlerimizin önünde yaşananlara, yaşadıklarımıza bakarak bir şeyleri ifade etmeye çalışacağım. Ve herhalde her zaman aklımın bir köşesinde duran, dilimizde pelesenk olmuş “Somut koşulların somut tahlili” cümlesini veya ilkesini kullanmakta bir sakınca yoktur. Malum söz ve pratik arasında uçurumların olduğu bir yaşamın örgütleyicileriz. Kızmayın bu uçurumu belirtirken verilen çabayı görmezden gelemem. Demek istediğim teorik bir buhranın içerisinde kendi doğrularımızı bulmaya çalışıyoruz. Ama bu doğruların yaşam karşısında pratik eksikliği aradaki uçurumu gayet net bir şekilde ifade etmektedir.
Başta dedim ya günümüze, gözlerimizin önüne bakmamız yeterli. Dünyayı da dolaşmaya niyetim yok çünkü Türkiye gerçekliği ve ekseninde Ortadoğu bize yeter de artar. Savaş, kriz, katliam, işgal, gözaltı, tutuklama, tecavüz, sürgün, göçmenlik, açlık, yoksulluk, zorbalık… Yani her şeyi o kadar yakından yaşıyor, görüyoruz ki bunlar yaşamımızın vazgeçilmezleri gibi sıradanlaşmış bir boyuta ulaşmışlar. Bu ‘vazgeçilmezlerimizi’ normalleştirmek veya alışmak anlamında demiyorum. Elbette “alıştığımız” bir yanı var, yani yok değil. Bunca çilenin, zulmün yanında yaşanılan acılar mesela, alıştık mı? Kesinlikle hayır! Sadece gözpınarlarımız kurudu diyebiliriz! Ama kuruyan gözpınarlarımızın yanında esas mesele bence işin bilinç boyutuna olan hâkimiyetimizden geçer.
Uzun lafın kısası bedel ödemeden hiçbir şeyi elde edemeyeceğimizi çok iyi biliyoruz. Yaşamın her alanında, her dakikasında, her saniyesinde kendimizden bir şeyler vererek yaşamaya çalışıyoruz. Ne kadar çok şey istersek o kadar da kendimizden ödün vermemiz gerektiğini edindiğimiz tecrübelerle çok iyi öğrendik sanki. Gerçi, “bu alanda mastır yaptık, işin sankisi mi kaldı” serzenişinde bulunduğunuzu duyar gibiyim. Af ola… Alışmaktan kastettiğim olgu bu olsa gerek. Yabancısı değiliz, hiçbir şey bizi şoklayamıyor, çünkü köhnemiş sistemi ve iktidarlarını çok iyi tanıyoruz. Ve buna karşı sadece ve sadece insanca yaşayabilmek için verilen mücadelede kaybedilenin ne olduğunu hatmettik…
Sadece kendimize bir kaç dakika ayıralım ve şöyle aynanın karşısına geçip kendimize bakalım. Ve bir kaç soruyla görmeye ‘korktuğumuz’ tablomuzun gerçekliğini görelim. Bir işçi olarak, bir kadın olarak, bir Kürt olarak, bir Alevi olarak, bir genç olarak… Artık her kimsek ya da birbirimizi ne kadar duyabiliyorsak…
Şu Koronalı günlerde içinizi hiç karartmaya niyetim yok. Zaten öyle bir niyetim olsa da boşuna olur. Bu tablonun gerçekliğinde ruhumuza kadar sömürenlere iki çift lafımız olduğu için ağrılarımız bu kadar şiddetli geçiyor. Burada korkudan dem vurduğum nokta ise verilen çabada görülen eksikliğimiz ya da eksiklerimiz. Yaşamak veya insanca yaşamak için verdiğimiz mücadele de aldığımız yenilgiler, yaptığımız hatalar ve en önemlisi kolektif bir mekanizmaya olan ihtiyaç ya da var olan mekanizmalarımızın rehberlik eksikliği… Neyse bu konuyu çok bulandırmadan sizi kendi polemiklerinizle baş başa bırakayım…
Şimdi ne oldu? Ne anlatmaya çalışıyorsun? Kafanda neler geçiyor ya da bu kadar bulanıklığın içinde ne söylemek istiyorsun? Sadede gel arkadaş cümlelerinizi duymadan esas meseleye geleyim.
Doğada hiçbir şey birbirinden kopuk değildir, var olan döngü çerçevesinde birbiriyle bağlıdır ve kendini böyle örgütler. Demek istediğim Korona arkadaşa öyle yabancı, gökten gelmiş muhabbetini yapmamıza gerek yok. Ya da tahribatlarının sorumlusu Korona değil derken mevzuya gelmiş oldum…
Dünyanın her yerine binlerce insanı ölüme, milyonlarcasını hastanelere, milyarlarcasını da evlere tıkayan bir biyolojik güçten bahsediyoruz. Yani yeryüzünde ilk olmadığı gibi son olacak bir güç de değil. Tarihin tekerrürünü bir daha yaşamak maalesef böylesi bir şeydir. Bu tür biyolojik güçlerin tekerrürlerinde milyonlarca ölümün yaşandığı bilinen bir gerçekliktir. Eminim bu süreçte herkes bu gibi pandemi hastalıkları hakkında kısa bir araştırma yapmıştır. Ve çok daha vahim sonuçların yaşandığı da belleğimizde yer edinmiştir…
Eşitlik ilkesini benimsemiş bir canlı mı?
Yeryüzünü insana ve insandan daha çok savunmasız olan diğer varlıklar için cehenneme çeviren emperyalist kapitalist sistemde bir gücün; din, dil, kimlik, cinsiyet, sınır, sınıf… ayrımı yapmadan herkese bu denli eşit ölçüde savaş açması; Koronanın ilk ortaya çıkışı ve bu kadar hızlı yayılmasıyla aklıma gelen ilk soru olmuştu. Burada dikkat çekmek istediğim en önemli nokta bu savaşın eşitlik, adalet temellerini yıkan bir sistem gerçekliğini de bu sefer toplumun bütün katmanlarının beraber yaşıyor olmasıdır. Kürt, Türk, Alevi, Sünni, Kadın, Erkek, işçi, köylü ve hatta burjuvazi denilen mahlûk da bu savaştan payını almaktadır. Dünya nüfusu oranıyla bir avuç insan olan bu burjuva sınıfı mahlûkatları bizle aynı gemide olduklarını iddia edecek kadar espritüel bir bakış açısıyla kendilerini, çıkarlarını ve düzenlerini korumanın yollarını arıyorlar. Koronanın bile eşitlik ilkesini bozan bu sınıfla hiçbir zaman aynı gemide olmadığımız gibi koronaya karşı da aynı cephede değiliz. İnsanların yaşama hatta nefes alma haklarını bile kendi çıkarlarına kurban edecek kadar vahşileşen bu yaratıkların bu süreçteki tutumları her şeyi daha şeffaf ve net bir şekilde toplumun bütün kimliklerine gösterdi…
Koronanın sınıfı var mı?
Böyle bir konuya girmeden önce Marx’tan Mao’ya beş ustanın affına sığınarak onlardan bir özür dilemem gerekiyor. Yeni bir sınıf demagojisi yapacak kadar akli dengemi kaybetmedim. Rahat uyuyun ustalarım.
Velhasıl ilkel komünal toplumdan sonra günümüze kadar gelişen üretim tarzları ve araçlarıyla beraber değişen üretim ilişkileri nihayetinde insan ve diğer varlıklar arasında vazgeçilmesi zor bir iktidar olma sorunu yarattı. İktidar olma sorunu dediysem; iki yönlü bir iktidar meselesi değil tamamıyla insanın insan ve diğer varlıklar üzerinde tahakküm kurması üzerinden şekilleniyor… İnsan yaşamını bu paralelde şekillendiren toplumlar ve nihayetinde emperyalist kapitalist sistem bugün acı içinde kıvranırken koronanın gelişiyle beraber burjuva sınıfının çıkarlarına toplumun diğer alt sınıflarını nasıl kurban ettiğini daha net bir şekilde hep beraber yaşıyor ve görüyoruz.
Demek istediğim sınıfların olduğu bir toplumda koronanın sınıfsal bir kimliği olmasa da emperyalist kapitalist sistemin sahipleri olan burjuva sınıfının gerçek yüzünü daha net gördüğümüz bir süreçte, öreceğimiz savunma duvarları sadece koronaya karşı mı olacak?…
Bücürler devleri yıkabilir mi?
Her zaman olduğu gibi hedef açık ve nettir. Bugüne kadar hedefi göremeyen ya da görmek istemeyen bazı kesimlerimiz bile artık görmezlikten gelemiyor. Hep kullanılan turnusol kâğıdı örneğini kullanmam bir zorunluluk gibi. Çünkü bu sefer mesele daha büyükken, savunma duvarımızı sadece sınıfsal kimliği olmayan koronaya karşı örmemiz ve bu duvarın bizi koruyamayacak bir duvar olacağı aşikârdır. Esas düşman dediğimiz sınıf düşmanlarımızın da bizi yönlendirmeye çalıştığı nokta burasıdır. Hedeften çıkmak… Hedef onlarken tahtaya koronayı asmak ya da günah keçisinin Korona olduğuna bizi inandırmak. Hedeften şaşırtma ve biriken toplumsal öfkeyi korona ile boşa düşürme gayretleri çok açık bir şekilde belli olan burjuvazinin bugünkü temsilcisi AKP de koronayla beraber derinleşen krizini düzmece sokak yasakları ve sahte bakan istifalarıyla aklamaya çalışacak kadar ucuz tiyatro sahnelerine başvuracak kadar güç kabına uğramış bir durumda. Bu da kitlelerin tabiriyle Soysuz sahnesi olarak tarihe not düştü. Bir de bunun daha lêlêleri olacak demedi demeyin… Öfkemizin yönünü esas sınıf düşmanlarına yönelttiğimizde ise yaşanacak gelişmeleri düşündükçe heyecanlanmamak da elde değil gerçekten. Devrim olacak ya da emperyalist kapitalist sistem bir bütünüyle yıkılacak gibi bir söylemim yok. Ama olmayacak diye bir şey de yok… Demek istediğim bu kadar köşeye sıkışmış düşmana yöneldiğimizde onların saray duvarlarına vurulacak darbelerle oluşacak hasarlar yarına bir yatırım olurken; koronaya karşı da ördüğümüz savunma duvarlarını güçlendirecektir.
Tıpkı niceliklerini ifade edecek matematiksel rakamların dilde durmadığı koronavirüsün insanları ve en önemlisi emperyalist kapitalist sistemin köklerini sallandırdığı gibi yek olduğumuz, dayanıştığımız zaman güçlü oluruz. O zaman bücürler devleri yenmekle kalmaz yeryüzünden siler.
Hedef Kürtler değil, Aleviler, Ermeniler, kadınlar ya da Türkler de değil, işçisi-köylüsü, öğretmeni, doktoru, avukatı… hiç değil. Hele koronası hiç hiç değil… Hedef yektir, o da sistem ve iktidarıdır…
Ve nasıl gibi bir soru işaretiyle sonuca doğru gidelim derim. Malum çok uzun bir şeyleri okumama ya da okuyamam gibi toplumsal huylarımızı görmezden gelemeyiz derken yaşamın ahenkleri üzerinden dewam ke…
Her şeyin bir madde ile tepkimesinde olduğu gibi korona da tepkimeye girdiği her şeyde kendi hallerini yaratıyor. Ve burada üç temel noktanın çok önemli olduğunun düşüncesindeyim. Bir yönüyle mustarip bir yönüyle güçlü olduğumuz üç noktayı aşağıda alt başlıklarla sunarken nasıl sorusuna da bir nebze cevap olmaya çalışacağım.
‘Doğa dostu Korona’ diyebilir miyiz?
Kapitalizmin doğa tahribatını, doğa ve insan ilişkilerini nasıl tahrip ettiğini hepimiz görüyoruz. Çoğunlukla da körleşmeyi tercih ediyoruz. Ve istemeden de olsa bu döngünün bir parçası oluyorken; Koronanın doğayı nasıl etkilediğine de değinemeden geçinemeyiz. Şöyle oldu, böyle oldu meseleleriyle kafanızı yormak gibi bir derdim yok… Tahribatımız gözler önündeki doğa ve biz dışında doğanın esas renkleri olan diğer varlıklar üzerinde sistemin yönlendirmesiyle kurduğumuz tahakküme değinmek bile acı veriyor ey insan evladı diyesim geldi… Şimdi böylesi bir atmosferde elbette doğanın bir parçası olan bir varlığın insan üzerinde bu kadar güçlü bir etkide bulunması gerçekten cazip gelmiyor değil. Belki bazılarınız öfkelenebilir ama şu gerçeklik var korona bir doğa dostudur. Bir nebze bile olsa atmosferde görülen temizlenme oranı da bunu kanıtlıyor. Doğanın bütün alanlarını kendi çıkarlarına heba eden sistem düşüncesini de evlere tıkayarak doğaya bir nefes aldırtması gözlerden kaçmayacak bir gerçekliktir…
Burada da hedef bellidir. İnsan, doğa ve insanların doğadaki diğer varlıklar üzerinde bencil bir ilişkiyi geliştiren kapitalizmin işgalci, talancı zihniyetinden vazgeçmek. Biraz olsun bile termosferi temizleyen doğa dostu koronalı günlerden sonra bunu yapabilmemiz, bu zihniyetten kopmamız da sisteme vuracağımız bir darbedir…
Koronavari toplumsal ilişkilerin imtihanı
Ah dediğimiz önemli bir konu da burada yatmaktadır. Hepimizin eskilere dönük iç serzenişlerinden yola çıkarak bu konuya değinmemek de elde değil, ki eskidikçe sanki insani ilişkilerin daha iyi olduğunu haykırıyoruz. Hele ki büyüklerimizin geçmişi anlatışları bunu daha da kanıtlar bir yerde durmaktadır. Bir tespitin doğruluğu yaşam pratiğine ne kadar bağlı olduğuyla ilintilidir dediğimizde; sistemin toplumsal ilişkilere nasıl etki de bulunduğunu ya da sistem kendisini geliştirdikçe ve yaşamımıza hükmettikçe ilişkilerimizin nasıl değiştiğini; kendimize ve topluma olan yabancılığımızdan görüyoruz…
Şimdi evlere tıkılan bizlerin hedefinde olması gereken noktalardan birinin de bu olması gerekir. Düşünmeye biraz daha çok vaktimizin olduğu bu dönemde toplumsal ilişkilerimizi gözden geçirmek ve sistemin dayattığı şekillendirdiği yönlerimizi törpülemek de hedefe varacağımız bir adım olur. Misal burada en çok ihtiyacımız olan dayanışma olgusunu geliştirmek ya da bugünlerde gelişen bu olguyu yarına da aktarmak bizim için bir zorunluluk olmalıdır.
Koronanın kültür sanat halleri
Her sürecin temel taşlarından biridir diyebileceğimiz kültür sanatın bu süreçteki rolüne değinmemek olmaz, çünkü fiziksel mesafenin korunduğu, bir süreçte sosyalleşebileceğimiz bir alan olarak internet üzerinden yapılan kültür sanat etkinlikleri bu sürecin en önemli moral ve motivasyon kaynaklarından biridir… Yaşadığımız her süreç bizden bir şeyler götürür ve aynı zamanda bize bir şeyler de katar. Koronanın da götürdüklerini gördüğümüz gibi getirilerini de görmek ya da yaratmak, yaratılanın bir parçası olarak geliştirmek bizim elimizde…
Misal çıkarsız, menfaatsiz bir sanatın üreticileri olan, burjuvazinin ve iktidarlarının çıkarlarına karşı halkın sesini ve ahenklerini bu alanda var etmek için her koşulda üreterek bütün baskılara rağmen ayakta duran Grup Yorum’un direnişini sahiplenmek, Grup Munzur ve Haykırış gibi sesimizi güçlendiren grupların, sanatçıların seslerine kulak vermek bu sürecin en önemli öğretilerinden bir olmalıdır…
Onlar evlerinde direnişleriyle üretirken, bizim Helin’in yarattığı değerin en önemli parçalarından birinin de dayanışma olduğunu benimsememiz ve bunu bir adım ileri taşımanın kaygısıyla yek olmamız; koronaya karşı Helin’in katillerine vereceğimiz bir cevap olacaktır…
Danışma içinde geleceğe iz bırakma dileğiyle attığımız her adımda küçük-büyük fark etmeksizin yek olmaktan başka çaremiz yok…