Hiçbir şey korona kadar insanlığın ortak gündemi olmadı. Koronadan daha fazla can alan virüsler bile onun kadar her yerin ve herkesin gündemi olamadı. Bunda dünyanın küçülmesinin, herkesin en kısa anda her şeyden haberdar olabilmesinin yanında koronayı dünyanın temel gündemi haline getirmek isteyenlerin bilinçli çabası etkili oldu. Dolasıyla bu virüs hacminin çok üstünde bir etki yarattı. Ve şimdi dünya bu virüsü konuşuyor, nereden geldiğini, gitmesi halinde bizi neyin beklediğini tartışıyor.
Nasıl çıktığına ilişkin pek çok tez olsa da giderek doğal bir şey olmadığı, hatta insanın doğaya verdiği zarardan kaynaklanan bir ‘doğa refleksi’ bile olmadığı, tamamen kontrole alınmış, üzerinde çalışılmış ve biyolojik silah olarak kullanılan bir virüs olduğu tartışılıyor. Esas olarak da virüsün çıkış kaynağının neresi olduğu tartışılıyor. Neredeyse tüm devletler Çin’i virüsün çıkmasından ve yayılmasından sorumlu tutuyor ve cezalandıracaklarını söylüyorlar. Gerçekten de bu virüs, işlendiği gibi Wuhan’dan mı yoksa kimilerinin iddia ettiği gibi daha öncesinden ABD’de mi çıktığı temel tartışma konularındandır. Ancak her iki halde de virüsün bir biyolojik silah olduğu dile getiriliyor.
Bir biyolojik silah olduğuna ilişkin emareler de her geçen gün güçleniyor. Zaten ABD gibi ulus devletlerin yanı sıra bazı kuruluşların, şirketlerin de doğadaki doğal virüsleri tespit ederek denetim altına almak ve gerektiğinde bir silah olarak kullanmak için çok büyük projeler oluşturdukları artık bir sır değil. Buna ilişkin yeterince bilgi ve belge hali hazırda fazlasıyla vardır. Kapitalist modernite gibi ahlaktan yoksun ve azami kârdan başka ilkesi olmayan bir sistemin böylesi sapkınlar yapması varoluş gereğidir.
Bunu biyolojik silah olarak geliştirip kullananların mevcut ulus devletlerin ötesinde paraya ve bilgiye hükmeden iktidarcı güçler olduğu belirtiliyor. ABD ve AB ülkeleri gibi kapitalist moderniteyi en derinlemesine temsil eden ulus devletlerin yaşadıklarına bakıldığında bu görüş önemli ölçüde doğrulanıyor.
‘Küreselciler’ diye tanımlanan bu ulus-devlet üstü güç odağının gerçekte virüsün aşısını da zaten bulduğu, ama hedeflerine varınca bunu kullandırtacakları belirtiliyor. Hedefleri de ‘Dijital Dünya Sistemi’ denilen ‘Yeni Dünya Düzeni’nin kurulması olarak ele alınıyor. Virüsü ise bu sisteme geçmede hızlandırıcı bir unsur olarak değerlendirdikleri belirtiliyor. Normal zamanlarda ulus devletlerin, toplumun ve insanların yapmaya yanaşmayacakları şeyleri bu virüs nedeniyle kabul ettirmeyi amaçladıkları değerlendiriliyor. Gerçekten de normal koşullarda asla kabul edilmeyecek şeyler bir bir kabul ettirilmiş durumda.
‘Dijital Sistem’den kast edilen de yaşamda, özellikle de ticarette teknolojinin daha fazla kullanılması olmayıp, ekonomi, sosyoloji, psikoloji, teknoloji, eğitim, sağlık, yönetim biçimi, ilahiyat vb yaşamın her alanında yeni bir sistem oluyor. Yani öngörülen yeni bir ideolojik inşadır. Bir toplum, insan ve yaşam modelidir. Bunun hazırlıklarının uzun bir süreden beri çok yönlü bir şekilde yapıldığı yoğunca işleniyor. Zaten bu kapsamda pek çok adım da atıldı. Eğitimin, alış-verişin, iş hayatının online yapılmasının ötesinde insanlar pek çok ülkede virüs korkusuyla kendilerini tümden kontrol altına alacak olan çiplere rıza gösterdiler. Dijital paraya geçilmesinden, her şeyi tekeline almış ulus-devletlerin yerine eski İngiltere Başbakanı Gordon Brown’un son G-2O Zirvesi’nde dillendirdiği gibi “Tek Dünya Hükümeti”nin kurulmasına kadar daha çok pek çok gelişmenin Dijital Dünya Sistemi kapsamında olduğu belirtiliyor. Bu belirtilenler, önümüzdeki dönemde yapılacak şeyler olmayıp, gerçekleşmesi yolunda pek çok adımın atıldığı gelişmeler oluyor.
Ulus devletlerin var oluş gerekçesini oluşturan pek çok yetkiyi ‘kaçınılmaz’ bir şekilde onların elinden alan, ulus devletleri adeta boşa düşüren bu güç odağı ulus devletlerle var oluşsal bir çatışma yaşıyor. Kapitalist moderniteyi temsil eden ABD başta olmak üzere hemen her ulus-devlette o çokça bahsedilen “küreselciler-ulusalcılar çatışması” gerçekte buna dayanıyor.
Bu yeni tip “küreselci-ulusalcı çatışması” hegemonik ulus devletlerin daha küçük ölçekli ulus devletlerle yaşadığı çelişki ve çatışmalardan farklı bir karakterdedir. Örneğin ABD ve Rusya gibi hegemonik devletler güçleri ölçüsünde, kendi sınırlarının çok ötesinde yani küresel ölçekte var olmaya çalışıyorlar. Ama kendi sınırlarının ötesine taşmış olmaları onları ulus devlet olmaktan çıkarmaz. En nihayetinde ulus devlettirler ve bulundukları her yerde kendi ulusal çıkarlarını esas alırlar. Ortadoğu’da veya dünyanın herhangi bir yerinde bu devletlerin reflekslerine ve eylemlerine bakıldığında bu tüm çıplaklığıyla görülür.
Adına ‘Küreselciler’ denen bu devlet-ulus üstü güç odaklarının davranış biçimi ise farklıdır. Öngördükleri sistemi, ‘Tek Dünya Hükümeti’ kapsamında tüm dünyada hakim kılmayı esas almanın yanı sıra kendilerini bir devletle, ulusla sınırlamazlar. Küresel sermaye güçleridirler.
Bu yeni sistemi geliştirmek istiyorlar, çünkü kapitalist sistemi yaşatmak istiyorlar. Bu nedenle yaptıklarını kapitalizmin dışında bir gelişme olarak görmemek, dahası kapitalizmi yaşatmanın girişimleri olarak görmek gerekir. Zira ulus devletli kapitalizmin artık pek işlevsel olamadığı yeterince açığa çıkmıştı. Nitekim dünyanın hemen her yerinde sistem karşıtı hareketler yoğunluk kazanmıştı. Bu yönüyle 68 Kuşağı’nın pratiğine benzer bir gerçeklik açığa çıkmıştı. Nasıl ki o yoğun eylemsellikler kapitalizmin finans kapital şeklinde değişiklik yapmasını zorunlu kıldıysa, şimdilerde dünyanın her yerinde yaşanan sistem karşıtı kalkışmalar da kapitalizmi kendi içinde değişiklikler yapmaya yöneltmiştir.
İşte Dijital Dünya Düzeni denen bu yeni düzen gerçekte kapitalizmin ömrünü uzatmayı amaçlayan, yapay zekayla insana mutlak anlamda hakim olmayı öngören bir sistem oluyor. Kapitalist modernitenin yeni bir aşaması şeklinde gelişen bu sistem, öyle anlaşılıyor ki, karşısında sadece toplumsal güçlerin muhalefetini değil, yanı sıra statükoculuğu temsil eden ulus devletle de yoğunluklu bir mücadele içinde olacak.