Şans eseri eline geçmişti Camus’nün “Yabancı” romanı. Her şeyin yabancısı olduğu zamanlardı o vakitler. Dünyayla tanışma serüveninin hız kazandığı günlerdi ama o hala kendi üzerine düşünmenin ilk evrelerindeydi, koca evrende kendisine bir yer açmamıştı, hem kendine hem de dünyaya haliyle yer yer yabancıydı. Dünyaya yabancı bir hisle, bir yabancılık içinde okumuştu ilk kez yabancıyı yabancı bir dilde. Yabancı (öteki) olduğunu hissettirmeyi hiç eksik etmeyen ama kendini esas yerlisi olarak hissettiği ülkenin dillinde okudu bu defa aynı romanı.
Bütün dünyayı emsalsiz bir korku imtihanına tabi tutan Korona salgınının tekinsizliği, aynı zamanda hatırı sayılır birçok iyi şeyi de tekrar hatırlattı kendi doğasına yabancılaşan insana. Onun için bu efsunkâr dünya haline karşı yaratıcılığın birçok biçimi yeni bir toplumsal niş olarak beliriverdi. Dünya genelinden gelen görüntülere bakıldığında, küreselleşmenin övgü ve inanç kaynağı haline gelen dijitalleşme mitosunun evlere hapsolan insanları istenen düzeyde zapt edemediği görülüyor. Buna karşı edebiyat, sinema, görsel sanatlar, müzik ve masalların gücüne sığınma telkinleri yapılıyor, tuhaflığın en ham haliyle. Salgının yol açtığı tedirginlik, yalnızlık ve kaygı bozukluklarına karşı en çok önerilen araçların başında kuşkusuz edebiyat ve yazım mecrası geliyor. Milan Kundera’nın zamanında buyurduğu gibi “Roman bireylerin hayali cennetidir” gerçeği kendini tekrardan nüksettirdi. Hem salgının ortaya çıkardığı hakiki ölüm korkusu hem de bu bağlamda büyüyen kaygılar birçok kimsenin dümeni o hayali cennete kırmasına yol açtı. Her ne kadar hiç kimsenin ulaşamayacağı bir cennet olsa da, o yerin simgeselliği yeniden doğuyor insanların düşlerinde.
Yıllardır uyuyan o hayali cennete ulaşma arzusu salgının ilk dalgalarıyla uyandı. Dalganın sessizliği birçok şeyi tekrardan anımsattığı gibi Camus’yü de tekrar hatırlattı, hatta “Veba” romanının dünya listelerine girmesini sağladı. Veba yerine daha önce okuduğu Yabancı’yı raftan indirdi, başka yabancı bir dilde okumak üzere. Kurgusu oldukça sıradan olan roman müphem bir katilin hikâyesini grotesk bir stilde anlatıyor. Cezayir’de başlayan ve 1942’de Paris’te Alman işgali altında yayınlanan hikâye karşısında heyecanlandı yeniden, ama bu defa çok tuhaf bir alt okumaya saplanıp kaldı. Kurmaca bir hikâye üzerine kendine özgü bir anlatı dünyası yaratan yazarın iç dünyasına girmeye çalıştığını fark edince huzursuzca irkildi. Yazarın ilerlediği izleklerden ilerlemediğini anlayınca, yazarın oldukça tanıdık ve tekin ama dilin sıradanlığında saklı tekinsizlik hissi ürküttü derinden. Yazarın çizdiği ufuk noktasının gerisine düşme korkusu gittikçe büyüdü ve o, o “hayali cennetten” anbean uzaklaştı.
Her şey, onun düşünüş biçiminin sıradışılığı, felsefe önerilerinin köktenci doğası ve bunların anlatıma kazandırdığı imgeler ortadayken, ona başka bir mercekle bakmak bayağı zordu. Çok zorlanıyordu çünkü düşünce eksenlerinin kesişme noktasında duruyordu bu Yabancı’nın aktarıcısı. Ayrıca baktığı dünyaya büyük bir ışık penceresi açmıştı bu adam ama hakikatle yüzleşmek kaçınılmazdı. Edebiyatın, okuyucunun evreni görme biçimlerine ve dünya bakış açılarına bağlı olarak erişilebilen bir tür olduğunun farkındaydı ama yıllar sonra okuduğu romanın içerik konteksti, bunu çok ötesinde bir şeydi. Hikâyenin arka planını oluşturan ve metnin yüzeyinde neredeyse hiç fark edilmeyen latent bir egemen (kolonyal) odakla karşı karşıya kalmıştı. Bir önceki okumasını tamamıyla alt eden bir romanla kalakalmıştı.
Ruhu derinden darbeleyen bu itici üstencilik halini ancak sömürge bağlamının psikopatolojik temellerine aşina olan biri anlayabilirdi anlaşılan. Bunu anlamasının temel nedeniyse başlarına gelen onca felaketlerin canlı nosyonuyla alakalı olsa gerek. Musibetler, felaketler ve fermanlar kuşaktan kuşağa aktarılan geleneklerden biri olduğu için kolay kolay unutulmuyor ve hatta zamanla bir toplumsal belleğe ve “yazgıya” dönüşüyor. Dile kolay gelse de idraki zordur bu tür acı aktarılanları hafızaya kaydetmek ve ömür boyu muhafıza etmek. Zordur katliam çocuğu olmak.
İçsel dünyanın hassaslığı ve sezgisel duyuların güçlü olması hep aynı dehşet kaynağına dayanır. Onun için her şeye başka bir gözle bakmak ve hatta görünmeyenin arkasındakini görme yetisi gelişir, kırılan kavimlerin çocuklarında. Birçok hususta olduğu gibi bu romanın yazılım öncesinin toplumsal koşullarını hem hissi hem de düşsel olarak hissedecek kadar hassastırlar. Yazılım öncesi toplumsal koşulların bugüne kadar göz ardı edilmesinin temel nedeni Batı düşün dünyasının Batı-sentrist (Western-centrism) bakışı olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Bu egemen bakışa dışından bakabilme seçeneğine sahip olmanın yanı sıra kadim coğrafyanın iç yakan günah ve sevaplarıyla bu kadar yoğun hemhâl olmamış olsaydı, romanı temelsiz bir cinayetin saçma sapan tasviri olarak görüp rafa kaldıracaktı, ilk okumada yaptığı gibi.
Diğer eserlerine kıyasla oldukça basit bir kurgu ve banal bir olay örgüsüne sahip roman çok ağır bir egemenlik tasvirinin izlerini taşıyor. Yazarın, kahramanı Cezayir çöllerine ansızın çöken serabın perdeleri arkasında saklama çabası edebi yaratımı aşan bir tuhaflıktır. Bu absürt tuhaflık hali aynı zamanda Fransa’nın yüzyıllık sömürge pratiğini hem katilin kendine hem de evrene yabancılaşması (kötücül yabancılaşma) mefhumu üzerinde sıradanlaştırma niteliğini taşıyor. Çünkü yabancılaşmanın bu biçimi insanın kendisine, doğasına, ya da kendi emeğine yabancılaşması değildir, katilin meşkûk kimliği kadar maktulün kimliğini de muğlaklaştıran saklı bir nümayişi barındırıyor. Bu nedenle katil Meursault’nun “yabancılaşma” görüngüsünün hem Batı ana akım kültürünün hem de yeni nesil aydınların kolektif eksperyansı haline geldiğini görüyoruz. Romanın kahramanı olan “Meursault”, “adı” ve “kimliği” olmayan bir “yabancıdır” ve canına kıydığıysa bir Arap’tır.
Cellât ile canından olan aynı yabancılaşma metaforunun mecazında kaybolur ve aynılaşırlar. Dolayısıyla yabancılaşma metaforu katil için bir nevi koruma kalkanı işlevini görürken “Arap” için hakikatin nihai ölümüdür. Yani biri için kimliksizlik bir tür seçenekken diğeri için ölümün yegâne sebebidir. Dolayısıyla bağlama bağlı hakikati bulmayı boş bir bilinç istenci olarak görmek ayrıca problemli bir önermedir. Meursault’nun rahatsız edici “kayıtsızlığı ve edilgenliğinin o boş bilincin ürünü” olması “Arap’ın” bilinç behresini ortadan kaldıran bir element değildir. Onun için her şeyin kendiliğinden olup bitmesi, romanın kahramanı Mersault’nun, topluma, kendine, adım adım yaklaşan ölüme, hayata ve dünyanın merkezine yabancılaşmış, hatta kayıtsız kalması ait olduğu evvelki aitlik bağını ortadan kaldırmaz.
Mersault, kurguya göre tesadüfen bir Arap’ı öldüren kimliksiz bir Fransız’dır, kendisini de ölüme götüren öldürme olayını kayıtsız bir şekilde izleme acizliğine adamış bir nihilist değildir. Her şey, kendiliğinden olup bitmekte, katilin, topluma, kendine, hayata, dünyaya ve eylemlerine yabancılaşmışlığı ve kayıtsız kalmışlığı yabancılaşma diyalektiğiyle uyumludur, çünkü sömürge konuşlarında toplumsal anomi oluşmuştur. Dolayısıyla egemen dil hâd aşımı yaşamadan yabancılaşma metaforu üzerinden caniyle canından olanı aynılaştırır ve tinin asabiliğine üstenci bir edayla gem vurur. Bu, Batı dünyası insanlarının algılanan absürt durumları değiştiremeyeceklerini ve bu nedenle hiçbir şey yapmadıkları veya yapmadıkları için sorumlu olmadıklarını düşünmelerinin temel saikalarından birisidir. Nitekim bu absürtlük haliyle, zamanla öldürülmeden savaşlara gönderilmeleri, sorgulanmadan öldürmeleri bir görev haline gelir. Böylece bireyler ve toplumlar arasındaki ahlak ve etik bağ tamamıyla kopar, algılama ve sorgulama yetileri bir bir kaybolur.
Bu anomik durum, dünyanın anlaşılmazlığı ve insanın kendine yabancılaşması karşısındaki kayıtsızlığı açısından önemli bir belittir. Camus her ne kadar üstenci buyruğu, somut bir nesneye yükleyerek kurmasa da dünyanın anlaşılmazlığı olarak değil, aynı zamanda onun anlaşılmazlığı karşısındaki insani duruma yabancılaşma üzerinde gönderme yaparak aktarır. Oysa buradaki yabancılaşma tarifi sosyolojisinin, felsefesinin ve ekonomi-politiğinin temel kavramlarını oluşturan alinasyon değildir, hükümranın serfe reva gördüğü bir harici hayattır. Onun için Mersault’nun, yabancılaşmasının alt tercümesi ne önceden kazanılmış değerlerin yitimi ne de toplumsal bilinç kaybıdır, egemenle ezilen arasındaki dipsiz uçurumun üzerine inşa edilen absürt bir temsili köprüdür. Yabancıyı alt metinlerle tekrar okurken uçurumun dibindeki o “Arap’ın” sesi duyuluyor halen, sadece Berberilerin anladığı bir dilde!