Mehmet Uçar
Eskiden, iyi bir filozof ile iyi bir Firavun yaşarmış. Her şeyi bilen, bilmediklerineyse gece gündüz çalışıp bulan Filozof bir gün heyecanla Firavun’a gelmiş. Müjde, demiş, yazıyı icat ettim. O nedir, diye sormuş Firavun. İzninizle, izah edeyim, demiş Filozof. Her sözümüzün karşılığı olarak ayrı bir işaret çizeceğiz tabletlere. Bu işaretlerin anlamını bilen başkaları, bizim yokluğumuzda tabletlere baktığında işaretleri anlayacaklar. Sesimizi duymadan, ne dediğimizi bilecekler. Müthiş değil mi? Evet, demiş Firavun, düşünceli bir halde. Sonra eklemiş: Ama müthiş olan her şey iyi midir, bundan emin değilim. Senin yazın, insanların arasına mesafe koyacak. İnsandan insana aktarılan söz varken, yazı insanların arasına duvar örecek. Bunun iyiliğinden şüphe ederim, demiş.
Bu dünyanın bir gün yok olup başka bir şeye dönüşeceğini biliyoruz. Bilim bize bunu kesin bir dille söylüyor. Böyle bir yerde kalıcılık sonsuzluğunu acı üzerinden yaratma çabası beyhudedir. Sonsuz olma gibi bir niyet varsa. İyi olmanın neden iyi olmamız gerektiğinin mütevazı çabasını vermeliyiz. Bir anaya oğlunun kemiklerini kargo ile göndermek nedir diye düşünerek başlayabiliriz. Sırları sonsuza kadar taşıyan Zümrüt Levhaların veya belirsiz bir geleceğe bağlanan ütopyaların zamansızlığını değil, en yaşlılarımızın görebileceği yakınlıktaki bir nişangâha erişebilme umudunu taşıyoruz. Taşımak istiyoruz.
En yavaş yürüyenlerimizin sabırlı adımlarıyla yola koyulsak, hiçbir can yitmeden erişebileceğimiz bir mesafede duruyor barış ve kardeşlik. Ya da serap içindeyiz hepimiz.
Şunu net biliyoruz ki barış sağlanmadığında acılar derinleşerek coğrafyaya yayılmaya devam edecek. Ve barış dediğimiz düzlem modern çağda, açlıkla ve tarifsiz yoksunluklarla kuşatılmış dehşetin yatağıdır. Bugün savaşa karşı barışı savunmak, aynı zamanda barış halindeki bu acıların son bulması için yeni itiraz yollarının yaratılmasına bir çağrı ve arzudur da. Gerçek denen muamma, bu yolla, her tür eşitsizliğin her koşulda dert edilmesi ve aşılmasıyla elde edilebilir. Gerçeğin ancak düzlem değiştirerek kavranabileceği zamanları yaşarken, üzeri bir örtüyle kaplı gerçeği olduğu gibi yansıtmak ve tasvir etmek imkânsızdır. Gerçeği yansıtma iddiası, yanılsamayı çoğaltmaktan öte bir anlam taşımaz. Sorunların üzerini kaplayan örtüleri kaldırmak, sisleri dağıtmak ve daha önce görünmeyenleri görmek gerekir. Bunun için yeni dillere ihtiyaç olduğunu bilen büyük düşünürlerin, kendilerine özgü alımlı, katmanlı ve çok sesli bir anlatım da geliştirmelerinin nedeni de budur.
Bugünlerde benzer bir zeminde, yeni bir dile ekmek gibi, su gibi gereksinim duyarken bir anaya kargo ile oğlunun kemiklerinin gönderilmesi u-mutsuzluğunu yaşıyoruz.
Bir halkı birleştiren şeyin ortak düşmana karşı birlik olduğunu söyleyenler, elbet toplumsal bir halden söz ederler. Ama bu hal konusunda farklı düşünenler, birliği sağlayan şeyin düşmana karşı birlik değil ortak acı olduğunu belirtir ve başka bir noktaya dikkat çekerler. Ortak acıda buluşmak, mutluluğu aramanın bir başka yol ağzıdır.
Bu yolda acı, kendi başına yaratıcı bir membaya dönüşür. İnsan yaşamı, bir ülkü olarak, acılardan azade olmayı hak eder, ama tarihin o eşiğinde değiliz henüz.
Acı çeken varlık, mecbur kaldığında acı çektirir. Daha çok acı çekmek pahasına yapar bunu. Çağlardır hor görülen ve tarih denen defterde adları bir dipnottan ibaret olan Kürtler bu bedeli ödemeyi göze aldılar ki, kendi acıları görülebilsin. Yoksa boynu bükük göçüp gidenlerden olacaklardı. Kapitalist modernitenin kursağında eriyip tükenen her değer gibi, kimliklerin ve insani değerlerin varlığı da rüzgârda savrulan yapraklara dönüştü!
Yaşam hakkı tanınmayanlar bağırır, başka yolları kalmadığında çığlık atarlar. Bu sayede sesleri duyulsun, varlıkları görülsün isterler.
Ola ki, sağırların kulaklarındaki sahte zar yırtılır, körlerin gözündeki perde kalkar ve hem ezilenler hem de ezenler yeni bir dile kavuşur.
Savaşın dili çığlık atmayı ifade eder, barış ise konuşmanın, gerektiğinde öfkelenmenin ama illa ki konuşmanın dili olur. Ama bu uğurdaki mücadelenin artık ölerek değil kutularla kemik göndererek değil yaşayarak sürdürülmesi anlamına gelir. Kuşkusuz, eşitsiz bir mutabakattır bu çağrımız. Bir yanda zor kullanma gücünü daima elinde tutacak olan egemen ideoloji, diğer yanda ortak seslerinden ve tek solukluk canlarından başka şeyi olmayan ezilenler yer alır. Buna rağmen barış, birikim sağlamış Kürt mücadelesi için ileri bir adım ve bu topraklarda yaşayan bütün halklar açısından yeni bir kucaklaşma imkânıdır. Bunun aksi yönündeki her yol, nefretin çoğalması ve farklı acılar biriktiren toplumların birbirlerinden uzaklaşması anlamına gelir. Asıl dert edilmesi gereken şey toplumsal barıştır. Kendin için değil başkası için çabalamakla mümkün olan bir barış türüdür bu. O söz şöyleydi: İnsanlar balık gibi yüzüp, kuşlar gibi uçmayı öğrendiler. Ama bir şeyi öğrenemediler, kardeşçe yaşamayı. Kardeşçe yaşamak, ortak düşman karşısında birlik olmakla gerçekleşmez. Kürtlerle Türklerin Malazgirt’ten Çaldıran’a kadar pek çok yerde birlikte savaşmış olmaları, kâr değil zarar hanesine yazılıdır. Başkalarına verilen acının üzerinde kurulan birlik kumdan kaleler gibi zayıftır. Son yüzyılda daha açık görüldüğü gibi, savaş ortaklığı sonuçta güçlünün zayıf üzerindeki tahakkümünden başka bir yere varamadı. Bugün yeniden yapılacak bir ortak düşman tanımına veya ortak zafer hayaline değil, başka bağlara, insani hülyalara gereksinim var. Kırk yıldır geçilen ortak acı bir başlangıçtır, şimdi kardeşçe bir umut yaratılabilirse barış hem bizim için hem de elimizin uzanabildiği bütün halklar için yeni bir hakikate kapı aralayabilir. Aksi halde insani değerlerden yoksun topluluklar haline gelineceğini düşünmek güç değil.
Kanlı tarihimizin geri döndüğü bir şafak vakti komşunun komşuyu katlederek arayacağı kanlı çözüm, birilerinin gizli defterlerinde uygulanmayı bekliyor olabilir. Hâlâ o eşikte olduğumuzu bir insanın kemiklerinin kargo ile ailesine gönderilmesinde gördük.
Yürürken bu ülkenin her karışında ayağımızın geçmişin katliam artığı kemiklerine takılması tesadüf değil. Sendeler, çokça yere düşeriz.
Dersim’in lideri Seyit Rıza idama götürülürken son bir dilekte bulunarak, “Beni oğlumdan önce asın” demişti. Oğlu da idam mahkûmları arasındaydı. Hiçbir baba evladının ölümünü görmek istemezdi. “Olur” dediler, ama tersini yaptılar. Ondan önce oğlunu asanlar, orada yaşlı bir adamın değil kendilerinin öldüğünü bilmiyorlardı.
Yine bir anaya oğlundan kalan kemiklerini bir kartona koyup göndermek o anayı değil kendi insanlığını yok edip ruhlarını o karanlık kutuya gömdüklerini bilmiyorlardı.
Eski savaşçıların ve sevdiğine kavuşamadan ölen âşıkların adlarının yeni doğan bebeklere verilmesi Agit gibi, insanın sonsuz umudunun ve hiçbir iktidarın yok edemeyeceği hakikatin işaretidir. Kürt geleneğidir. Yeni doğum yapan genç gelinler çocuklarına isim düşünürken yaşlı kadınlar gelip onlara mutlu sözler söyler. Gelinin kucağındaki bebeğe bakıp, “Ah, canê min,” derler geline, “Mîya qeri, berxê gewr li beri.” Yani, sen kara koyunsun, önünde ak kuzu var. Buna inanırlar. Ak insan kara insandan doğmuş, kızıl tenliler sarı benizlilerden olmuştur. İnsan hem kendi, hem ötekidir. Düşman ve dost, yani evvel ve ahir olan insanın kendisinden başkası değildir. Zihnimiz ve hafızamız bir gün geçmişin acılarını ve derslerini tümüyle geride bırakıp kaygısız bir geleceğe bağlandığında insan-ı kamilliğin sırrına erip kardeşliğin dünyasına adım atacaktır. O umut imkânsız ve o yol erişilmez değil. Birbirimize sarılırken, adlarımızın farklı ama canlarımızın bir olduğunu hissedecek, kendimizi sevmenin ancak başkalarını sevmekle, sahiplenmekle hakikate dönüşebileceğini er ya da geç öğreneceğiz.