İki yüzyıldan fazla oluyor. 1793’te, tam da Fransa’nın her köşesinde açlığa karşı isyan ateşlerinin yandığı günlerde, eski bir köy rahibi olan Jacques Roux’un başını çektiği ve burjuvazinin ‘kudurmuşlar’ diye adlandırdığı yoksullar, “Ne yani! Düzenbazların mülkiyeti insan hayatından daha mı kutsal?” çığlığıyla ortalığı yakıp yıkarken, Jirondenlerin İçişleri Bakanı Roland şöyle diyordu: “Binlerce Parisliyi cepheye göndermek zorundayız. Ellerine birer tüfek vereceğiz ve ayaklarının çektiği yere kadar ilerlemelerini emredeceğiz, zira bunu yapmazsak geri dönecekler ve gırtlağımızı kesecekler.”
***
Yoksulları pek sevmeye başladılar bu aralar değil mi? Neden acaba? Dünyanın kanını emenler, kontrol edilebilir yoksulluğu her zaman severler aslında, uçurumun kenarında tutunmaya çalışanlara gözdağı vermek için gereklidir yoksulluk. Ama bir taraftan da karanlık bir yanı vardır o dünyanın, çöp yığınlarının altında sıkışıp duran metan gazı gibi, kömürün çatlaklarında biriken grizu gibi ne zaman patlayacağı önceden kestirilemeyen kör bir enerji vardır orada. O yüzden olsa gerek, genelde alt tabakalara yakın durdukları için bu patlayıcı karakteri pratikte gözlemleyebilen papazlar, öğretmenler vb. cephesinden sık sık ‘merhamet’ duygusuna dayalı ‘iyileştirici’ teorilerin çıkması tarihsel bir gelenektir. Bunlar safiyane şeylerdir ama. Bağışlanabilir bir yanı vardır bu insanların, çünkü bizzat kendileri de gerçekten acı çekenlerin arasında yaşamaktadırlar.
Şimdilerde salgın ortalığı kasıp kavururken, ta 1945’lere uzanarak yeniden keşfedilen şu Evrensel Temel Gelir hikâyesi öyle midir peki?
İlk anda kulağa hoş geliyor, evet. Her insanın, özel bir şarta ve çalışıp çalışmamasına bağlı olmaksızın belli bir gelirinin olması, itiraz edilemez bir şey gibi duruyor. İngiltere’de 1945’lerde, savaş sonrası yoksulluğu azaltacak ve ekonomiyi canlandıracak bir formül bulma görevi verilen William Beveridge tarafından ortaya atılmış bir yaklaşım bu, daha doğrusu şimdiki teori oralara dayandırılıyor. Yanlış bilmiyorsam, ilk haliyle çok kısaca, çalışan herkesin devlete bir katkı payı ödemesini ve toplanan bu paranın işsizlere, hastalara, emeklilere ve dul kadınlara aktarılmasını içeriyor. Teorinin, dünyanın neredeyse üçte birinin iyisiyle kötüsüyle ‘sosyalist’ kampa dâhil olduğu zamanlarda ortaya çıkması elbette manidar. Esasen ‘sosyal devlet’ denilen şeyin bizzat kendisinin de -başka ekonomik sebeplerin yanında- sosyalizm korkusuyla tetiklendiği de bir sır değil. Aynı teorinin revize edilmiş haliyle bugünlerde, büyük bir buhran ufukta görünürken, hatta başlamışken yeniden canlandırılması da rastlantı olmamalı.
Bugünkü versiyon itibarıyla söylenenin özeti şu: Tüm yurttaşlara, hayat boyu, herhangi bir ön şart olmadan, sefil olmalarını önleyecek miktarda bir gelir bağlanması. Herkese değil sadece yoksullara, her yaşa değil belli bir yaştan sonra, nakit para değil faizsiz kredi verilsin diyenler de var. Karışık laflar dolanıyor ortada. İşin içine Papa, Mark Zuckerberg, Bill Gates filan da giriyor, durum iyice karışıyor. Ancak sonuçta, öyle ya da böyle, anlaşılıyor ki, ortada bir endişe var. Tek dalgayla bitmeme ihtimali yüksek olan koronavirüs salgınının büyük bir ekonomik çöküntü yaratacağı, yaratmaya başladığı gözle görünür hale geldikçe, durumu toparlamanın yolları aranıyor.
Tam da zamanında! Herkesin hep bir ağızdan şu çok sıkıcı ‘artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ nakaratını tekrarlayıp, sistemin geleceği üzerine kehanetler savurduğu günlerde, terlik-pijama modundayken nasıl da iyi gidiyor! Hele de akademinin karmaşık ve şatafatlı terimleriyle süslenirse!
Oysa her şey çok ama çok basit. O kadar basit ki, yarın akşam herhangi bir AKP sözcüsü televizyona çıkıp “E, ne var bunda. Biz de fukara vatandaşımıza üç kuruş bir şey veriyoruz. Zekât da zaten dinimizde var” dese o şatafatlı lafların hepsi tuzla buz olur gider. ‘Teori’ diye ortaya atılan şey o kadar basit yani.
Mesele şu: İşler kötüye gidiyor. Çok kötüye gidiyor. Salgının başka salgınları tetikleme ihtimali de var ve yakın tarihte birçok kez tökezlemiş olan dünya kapitalist sistemi açısından bu vahim bir durum. Üstelik bu seferki, geçmişteki emlak ve borsa krizleri gibi değil; yoksulluk uçurumunu korkunç biçimde derinleştiren bir çöküntüyle karşı karşıyayız ve bu durum, sistemin zaten her gün dibe ittiği milyonlarca yoksul insanın öfkesini gitgide dizginlenemez hale getiriyor. ‘Evrensel Sadaka’ teorisi de tam bu nedenle altmış yıl öncesinden keşfedilip ortaya sürülüyor. Korkuyorlar çünkü. Gayet basit: Korkuyorlar. Yoksulluk çukurunun dibindeki o karanlıktan, orada biriken enerjiden korkuyorlar. Gelip gırtlağımızı keserler diye korkuyorlar.
Ama yanılgı şurada: Bu korku, -tarihten biliyoruz ki- öyle sanıldığı ‘iyilik’ girişimlerinin primini artırmaz. Çoğu kez, tam tersine, yatıştırıcı yolları değil, baskıcı yolları ve eğilimleri, en çok da militarizmi, savaş kışkırtıcılığını güçlendirir. Zaten şu anda da Evrensel Sadaka tartışması, makale yazarlarının gevezelikleri olarak sürüyor. Birkaç yerde uygulanan geçici önlemlerin, en diptekilere yapılan yardımların dışında, genel uygulama anlamında devletlerin böyle teorileri taktığı filan yok! “Zenginlerin zenginliği yoksulların da yoksulluğu kendi sorunlarıdır.” Sistemin genel kuralı bu.
***
Ha, sadaka da dağıtırlar mı zaman zaman? Dağıtırlar belki evet, arada bir çulsuzların acıları üzerine maval okumak iyidir. Ama onların da bir tarih bilinci var ve ‘gırtlaklarını’ sağlama almanın üç-beş kuruşla mümkün olmayacağını bilirler. Her zaman en garantili yol, ellerimize birer tüfek verip mermilerimizi ve öfkemizi yanlış yerlere yöneltmektir.
Rosa Luxemburg; o yüzden iki ihtimalli bir şey söylemişti bize, değil mi?