Laser Turabi*
Toplumlar tarihini birçok bileşenle değerlendirmek mümkündür. Çubuğu diktiğimiz yerden oluşturulan perspektifle geçmişe yolculuk yaparak çıkardığımız derslerle bugünümüzü anlamaya çalışır, kuracağımız gelecek perspektifi ve ütopyalarımızla bu günkü söylemimizi ve eylemimizi oluşturmaya çalışırız. Bu tarihsel okumaların mekânlar(kır-kent), sınıflar, kadın mücadelesi, halklar, kültürler, mülkiyet değişimleri, göçler vb. bileşenler üzerinden yürütülmesi anlamlıdır. Ancak bilinmelidir ki bu her biri var olan gerçeğin bir yüzünü ifade etmektedir.
Bu bütünlüğü görerek egemenlik ilişkilerini temsil eden devletli uygarlık ve bununla sürekli mücadele eden kadın, halklar, ezilen sınıflar, kültürler vb. devletli uygarlık dışında var olan demokratik uygarlık güçleri olarak bütünlüklü, bugüne kadar biriktirdiğimiz mücadele deneyimlerinden dersler çıkararak kendimizi örgütlememiz ve ekolojik bir toplumu inşa etmek için yol yürümemiz gerekir. Fikir-zikir-eylem birliği çerçevesinde genel anlamda demokrasi mücadelesini örgütlemek gerekir.
Salgınlar bu mücadelenin en keskinleştiği dönemler olmuştur. Salgınlar tarihi ve Covid-19 salgınında 3-4 aylık yaşanılanlar hiç de propaganda amaçlı söylenen “hepimiz biriz ve birlikte bu süreci atlatacağız” sözüne uygun olmamıştır.
Tüm salgınlar tarihinde olduğu gibi bugün de muktedirler açısından değişen bir şey yok;
· Zenginler ve iktidar sahipleri saraylar, lüks villa ve konutlarına yaşamı sığdırırken yoksullar çalışmak zorunda kalmışlardır.
· Göçmenler ötekileştirilmiş, uygulanılan sözde ekonomik paketlerde yok sayılmışlardır.
· Devletlerin egemenlik kavgasında Covid-19 üzerinden halklar düşmanlaştırılmıştır.
· Eve kapatılmalarla birlikte kadına yönelik şiddet, taciz ve kadın cinayetlerinde artış yaşanmaktadır.
· Muhaliflere karşı askeri ve siyasal operasyonlar devam etmektedir.
· Farklı düşünmek ve iktidarı eleştirmek suç olarak kabul edilirken, baskılar artmıştır.
· Egemenler korkularını aşmak için sokaklardaki polis sayısını artırmıştır.
· Yine kendileri ve yandaşları için talan ekonomisi sürmektedir.
· Halkın iradesi ile seçilen ve salgın döneminde toplum için çalışmaya çalışan belediyelere baskılar artmış ve onlarca belediye kayyumlarla işgal edilmiştir.
· Tam da bu dönemde çıkan adı da “salgınla etkin mücadele” başlığı taşıyan torba yasa ve infaz yasası iktidarın niyetini açıkça ortaya koymuştur.
Tüm salgınlar tarihinde demokrasi (toplum) ile devlet (egemenler) arasındaki mücadele sertleşerek tüm hızıyla sürmüştür. Bu tarihsellikten dersler çıkararak toplumsal, ekonomik, ekolojik ve siyasal olan salgını tıbbileştirme üzerinde bir denetim mekanizmasına izin vermeden bu mücadeleyi yükseltmemiz gerekir.
Peki bu dönemin demokrasi hattını nereden kurmak gerekir?
Salgınlar tarihinden çıkarılan derslerde görüldüğü üzere salgınlar devletleri, toplumları, ekolojiyi, ekonomileri, savaşları, barışları, kadın ve erkeklik durumunu derinden etkilemiştir. Bizler de bu alanlarda yoğunlaşarak demokratik mücadelemizi örgütleyebiliriz.
“Bu tür tedaviler kendi kendini iyileştirmeye derin bir saygı duymaya ve hastanın kendi başına iyileşme sürecini başlatabilen sorumlu bir birey olarak görülmesine dayandırılmıştır. Böyle bir tavır bütün otorite ve sorumluluğu doktora emanet eden biyolojik-tıbbî yaklaşıma aykırıdır.” (1) Ancak devlet otoriteleri eliyle toplumun kendini sağaltım yeteneği devre dışı bırakılmakta, olay tıbbileştirilerek denetim mekanizması güçlendirilmeye çalışılıyor. Topluluğun kendini sağaltım yeteneğini kullanması ancak onun gelişimini engelleyen her türlü iktidar odaktan arındırılması ile mümkündür. Rudolf Virchow, hastalığı “değişen koşullardaki yaşam.” olarak tariflerken bu koşulları ise “Salgın hastalıklar, iyi bir devlet adamının, halkının gelişiminin sekteye uğratması” olarak değerlendirmiştir. Ve önerdiği çözüm ise; “hekimlere ya da ilaçlara yer yoktu; tarım reformu, özerk yönetim, demokrasi, sanayi kooperatifler”di. Virchow’a göre “tıbbın işi, mikropları avlamak değil, hastalıkları besleyen çevresel ve toplumsal etkileri ortaya çıkartmaktı” demesine rağmen biyolojik- tıbbi model hegemonyasında olan tıp dünyası siyasal, toplumsal, ekonomik, ekolojik ve siyasal olan bu süreci es geçerek virüs ile savaş stratejisi ile yeni merkezileşmiş bir otoriteyi dayatmaktadır. Ya da bu çalışmanın bir parçası olarak ikbal peşinde koşmaya çalışıyorlar.
Salgın için “gerekenler” yapılarak devletler daha da otoriterleşirken ve her şeyi merkezileştirmeye çalışırken bunun karşısında bulunan demokrasi güçlerinin hem salgını durdurmak hem de otoriter merkezileşmiş ulus -devlet ve kapitalizmi durdurmak için özyönetim deneyimlerini artırarak bu süreçte yerel demokrasiyi inşa etmesi gerekir.
Virüsün yok olmayacağının bilinmesine rağmen virüsü yok etmek için harcanan yoğun çabalarımızı kapitalizmi yok etmek için harcasak daha yararlı olacaktır. Kapitalizmle birlikte yaşamak yerine virüsle yaşamayı denemeyi tercih etsek toplum ve doğa için sonuç alıcı bir iş yapmış olacağız;
· Öncelikle dilimizi hiç sınırlamadan yüksek sesle haykırmalıyız, tüm sağırlaşmış kulaklarda çınlaması için “yaşasın sosyalizm, yaşasın komünalizm ve yaşasın özyönetim” demeliyiz.
· Aklımızı gelecek ütopyamızla sürekli canlı tutmalıyız. Demokratik bir yaşam için her anımızda politik duruşumuzu kaybetmeden yaşananı anlamlandırarak düşün dünyamızı güçlendirmeliyiz. “Geleceği yalıtılmış varlıklar olarak değil, kolektif biçimde düşünmeliyiz.”2
· Söylemimizi eylemimizin bir parçasına dönüştürmeliyiz. “kapitalizm ve ulus-devletler için bu yaşamı üretmeyeceğimiz”i söylem olarak geliştirirken aynı zamanda bunu fiilen yapmalıyız. Devlet ve kapitalizm için değil toplum için zorunlu hizmetleri üretmeliyiz. Bu üretim sürecine biz karar vermeliyiz.
· Kapitalizmin merkezileştirme anlayışı ne yazık ki demokrasi güçlerinin kurumlarına ve örgütsel yapılarına yansımıştır. Kapitalist üretim ve yaşam tarzı hızı ve hareketi arttırarak yaşamın anlamına varma konusunda yarattığı engelleri corona nedeniyle yaşanan hareket kısıtlığını avantaja çevirebiliriz. Yapılarımızın merkezlerinin gerçek anlamda koordinasyon rolüne büründürerek, yerel yapılarımızı güçlendirerek, gerçek anlamda öz yönetim inşası için gerekli meclislerin örgütlenmesini sağlayabiliriz.
· Zamanın belirli oranda yavaşlaması ve hareketin kısıtlanması ile yaşama anlam vermek, sokağımızda, evlerimizde, kentlerimizde ve köylerimizde yeni yaşamın örgütlenme mekanizmaları ile özyönetimlerimizi geliştirebiliriz. Sokağımızın, kentlerimizin ve köylerimizin denetimini devletlerin militarist güçlerine bırakmamak için öz savunma yapılarımızı örgütlememiz gerekir. Devletle olan bağlarımızı en aza indirmek için yaratacağımız örgütlenme ağlarıyla direnişimizi büyütmeliyiz.
· Yaratacağımız özyönetim ile topraklarımız, sularımız ve ormanlarımız üzerinde var olan kapitalist ve ulus-devlet denetimini kaldırarak, yeni bir üretim ile ekonomi üzerinde kurulan hegemonyayı kırmamız gerekir. Doğa ve toplum yararına geçimli üretim sürecini başlatmak gerekir. Ve oluşturacağımız ağlarla topluluklar arasındaki ortaklığı yaratmalıyız.
· Yine hızlı üretim ve dolaşım mekanizmasının zayıfladığı bir dönemde yerel üretimlerle birlikte aynı zamanda homojenleştirilen yeme alışkanlıklarını aşma olanakları doğduğu için yöresel yemekleri ve yeme alışkanlarını canlandırarak toplumsal kültürü ulus-devletin teklik ve kapitalist kültürüne karşı yeniden inşasını sağlamalıyız.
· Demokrasi yaşamı anlamlandırmak için basit ve bütünsellikle anlaşılır kılma mücadelesi iken devletli uygarlık ise ekonomik, siyasal, teknolojik, yönetim, bilim, kültür ve tıbbi araçları ile karmaşıklaştırarak ve parçalayarak egemenlik ilişkilerinin bir aracına dönüştürmektedir. Bugün salgın ile sürekli bir bilgi karmaşası yaratılarak anlaşılmaz bir durum yaratılmaya çalışılıyor.
Devasa hastaneler ve tıbbi teknoloji yerine toplumsal yaşam alanlarımızı, yeni sağaltım çabalarımızı örmemiz gerekir. Modern tıbbın yarattığı tedavi ve bakım hizmetlerinin ayrıştırılması, sağlıktaki mesleki ve bilgi iktidar-erilliğinin aşılması için yeni bir sağlık/sağaltım anlayışını yerel yapılarımızda üretebiliriz. Geçmiş salgın deneyimlerinde olduğu üzere yerel ve otonom sağlık yerleşkeleri salgınların durdurulmasında önemli rol oynamıştır. Bu yerleşkeler bir yanıyla kadın sağlık hareketinin doğuşunu sağlamışken, aynı zamanda genel olarak halk sağlığı hareketinin kendini yeniden inşa olanağı sağlayacaktır. Yine tıp üzerinde yeni beden denetim politikalarına karşı bedenlerimizin otonomunu savunmalıyız.
Görüldüğü üzere demokrasi mücadelesinin önemli bir ağı olan yerel demokrasinin inşasının önemli olanakları artmıştır. Bunu yapmamamız kendimizi ulus-devlet insafına terk etmek anlamına gelecektir. Mevcut devlet yapısı her gün televizyonlarda alt yazılarda Sağlık Bakanlığı’nın salgın ile ilgili duyurusunun yanında Milli Savunma ve İçişleri Bakanlığı’nın operasyonlar ve ölüm haberlerinin yansıtıldığı savaş rejimleridir. Bu rejimleri güçlendiren arka planında devletleşmeye dönüşü ifade eden “yeniden kamulaştırma” söylemi yerine tüm üretim süreçlerinin ve yönetim süreçlerinin özyönetim yaklaşımı ile “topluluklara devri” söylemini öne çıkarmamız önümüzdeki dönemin hattı olmalıdır. Salgınlar sonrası demokrasiyi ve demokratik bir tutumu geliştirmek devlet yapılarına ne kadar uzak durduğumuzla mümkündür.
NOTLAR:
1- Fritjof Capra- Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası- Biyolojik-Tıbbi Model
2- Silvia Federici’nin, Otonom Yayıncılık’ın internet sitesinde <http://otonomyayincilik.com/okuma-kosesi> yayınlanan “Kapitalizm, Yeniden Üretim ve Karantina” konuşması
*SES üyesi