“En önemli hassasiyetimiz, temel ihtiyaç maddelerinin arzında sürekliliği sağlamak ve ihracatı desteklemek için üretimin kesintisiz sürmesini temin etmektir. Türkiye, her hal ve şart altında üretime devam etmek, çarklarının dönmesini sağlamak zorunda olan bir ülkedir.” Erdoğan, salgın sürecinde devletin önceliğinin ülke halklarının sağlığı değil patronların desteklenmesi olduğunu bu sözlerle açıklıyordu. Egemen sınıfların can ve mal güvenliğinin koruma altına alındığı, çalışan yığınların salgın ve sonuçlarıyla baş başa bırakıldığı bir sınıf karantinası dönemine giriliyordu. Nitekim bu açıklamadan sonra iktidar, aldığı her önlemde üretimin devamını temel alan bir yerden hareket etmeye başladı. Önce kısmi izolasyon tedbirleri adı altında 65 yaş üstüne uygulanan sokak yasağı, 20 yaş altını kapsayacak şekilde genişletildi. Ardından hafta sonlarında büyük şehirlere sokak yasağı getirildi. Tüm bu uygulamalardan işçiler ve işçi çocukları muaf tutuldu. Bu muafiyet işçiler için salgınla iç içe ölümü göze alıp çalışmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Çarklar dönmeye, işçiler hastalanmaya ve ölmeye başladı.
İktidar, salgın başladığından itibaren attığı her adımla işçi sınıfı ve yoksul halkları sefalet ve ölüm kıskacının ortasında bıraktı. Tüm küçük dükkânların kapatılması ile sonuçlanan yasaklar zinciri, yüz binlerce işçinin işsiz kalması anlamına gelirken günlük kazançları ile geçinen esnafın da işçilerle benzer bir konuma düşmesine yol açtı. Bunlar dışında kalan tüm sektörlerde üretim tüm hızı ile devam ettirildi. İşçiler bir yandan tüketimin daralmasının yol açtığı iç pazardaki daralma sonucu artan oranda işten çıkarmalarla karşılaşırken, öte yandan kalabalık ve korunmasız iş yerlerinde hastalıkla yüz yüze geldiler. Fabrika, şantiye ve iş yerlerinden artan oranda işten çıkarma, hastalık ve ölüm haberleri gelmeye başladı. İş yerleri virüsün beslenme ve yayılma alanlarına dönüşürken işçilerin yaşadığı yoksul mahalleri de salgının en etkili olduğu yerler haline geldi. İktidar tüm çağrılara karşın zorunlu sektörler hariç tüm üretimi durdurmayı, devlet imkânlarını halkın sağlığı için seferber etmeyi kabul etmeyerek yoksul halklar ve işçi sınıfının karşısında, patronların yanındaki yerini açıktan göstermiş oluyordu. Her kriz ve toplumsal yıkımı kendi yerini sağlamlaştırmak ve sermayeyi daha da zenginleştirmek için fırsat kapısı olarak gören AKP, salgına karşı politikasını da ortaya çıkacak fırsatları değerlendirmek üzerinden kurmuş durumda. Salgın, Çin dış ticaretine darbe vurmuştu ve bu durum patronlar için yeni pazarların ve büyük kazanç kapılarının açılması anlamına geliyor. Bu uğurda işçilerin ölümü, göze alınabilecek basit bir ayrıntı olarak görülüyor. Devletin işsizleri ortada bırakması sonrası işsiz kalmanın ölümden beter sonuçlarını gören işçiler, aç kalmamak uğruna çalışmaya devam ettiler, etmeye devam ediyorlar. Çarklar dönmeye, işçiler ölmeye devam ediyor.
Salgın, bir sağlık krizi olmaktan çıkarak hızla sosyal bir kriz olma yolunda ilerliyor ve şimdiden ciddi ekonomik sonuçlar doğurmuş bulunuyor. Dünya çapında 30 milyona yakın insanın işsiz kalacağı söyleniyor. İşçileri ve yoksul halkları salgın sonrasında daha ağır bir süreç beklerken büyüyen işsizlik, artan yoksulluk ve sefalet şimdiden kapıları çalıyor. Salgın, çalışma alanlarında yayıldıkça üretimin sürdüğü her yerden tepkiler gelmeye, sesler yükselmeye başlıyor. İktidar tüm tepkilere kulağını tıkarken, öfkeyi, kuruşla hesapladığı ücretsiz izin ödeneği ile yatıştırmaya çalışıyor. Bunu yaparken bile patronları korumaya devam ederken ücretsiz izin için verilecek parayı işsizlik fonundan finanse etmeyi planlıyor. Hastalıkla açlık arasında sıkışan işçiler ise öfkeli ve huzursuz.
Bu noktada, bugün yürütülecek mücadele gelmekte olanın nasıl karşılanacağını belirleyecek bir önem taşıyor. Ne yazık ki şimdiye kadar ortaya konulan pratik, gelecek için umut vaat etmiyor. Toplumsal muhalefet birtakım dayanışma kampanyalarının ötesine geçebilmiş değil. Sendikalar, üyelerinin ve parçaları oldukları sınıfın yaşadığı hayati sorunlara gözlerini kapamış, yükselen tepkilere kulaklarını tıkamış, hareketsiz bir şekilde sınıf adına yapılması gereken düzenlemeleri patronlardan ve iktidardan bekliyor. Benzer beklentiler sosyalist hareketin önemli bir kısmında da kendini gösteriyor. Sosyal medyada salgına karşı halkı korumak adına iktidarın alması gereken tedbir maddelerinden oluşan metinler yayımlanıyor ve kampanyalar örgütleniyor. Siyaset ve hayatla ilişki sosyal medya üzerinden kuruluyor, mesajlar buradan veriliyor. Oysa işçiler sokakta çalışmaya, yoksullar sokakta dolaşmaya devam ediyor. Toplumsal muhalefete önderlik etmesi gereken kurum, sendika ve partiler tüm çağrılara kulaklarını tıkayıp yan yana gelmeyi kabul etmeyerek işçi sınıfını ve yoksul halkları devletin insafına terk ediyorlar. İşçiler ve yoksullar kendilerini yalnız ve sahipsiz hissediyor.
Salgının yol açtığı panik havası dağılıp işçiler hak arama mücadelesine girmeye başladıkça sokaklar yeniden hareketleniyor. Bu hareketlenmenin artarak süreceği, salgının ortasında çalışan işçilere ve yoksullara ancak sokakta kalınarak seslenileceği görülmelidir. Yapılması gereken sokağı boşaltmak değil sokağın, salgının ortasında nasıl kullanılabileceğinin yöntemlerini ortaya koymaktır. Bugün işçiler ile sokakta olanlar, yarın onlarla birlikte konuşma hakkına da sahip olacaktır.